28 Şubat 2012 Salı

Sosyolojiyi biyoloji okur gibi okuyoruz

“Sosyolojiyi 
biyoloji okur gibi okuyoruz”

Sosyal bilimlerin dertli alanlarından sosyolojide araştırmalar yapan Kadir Canatan Hoca ile konuştuk.
Güncelleme: 15:04, 17 Eylül 2011 Cumartesi

Kitaplarını samimiyetle okuyanın  bir çok alanda büyük bir payeye sahip olacağından hiç şüphe duymadığım, ve sözlerinin birer tılsım olduğunu hissettiğim  bir ömrün kahramanı: Kadir Canatan.
Kadir Hocayı daha yakından tanımak isteyenler için kendisi ile samimi bir söyleşi gerçekleştirdim..
Kadir Canatan kendini nasıl bir insan olarak tanımlar?
Anadolu’nun tam ortasında küçük bir köyde doğdum. Babam, 1960’lı yıllarda Almanya’ya giden ilk kuşak Almancılardan. Bu sebeple kendimi “Almancı” olarak nitelenen ve bugüne kıyasla çok çocuklu bir ailede buldum. Almancı ailelerin iki tipik özelliği vardır. İlk olarak bu ailelerde anne çok önemlidir. Baba olmadığı için anne babanın tüm fonksiyonlarını devralmıştır. Yani babaerkil bir ailede değil, anaerkil bir ailede yetiştim. İkinci olarak Almancı aileler, Almanya’dan gelen hazır parayla yaşarlar ve genellikle tüketime yöneliktirler. Bizim ailede bu özellik pek yoktu. Çok çocuklu bir ailede her şey kıtı kıtına yetiyordu.Kadir 
Canatan, İslamofobi
İlkokulu köyde, ortaokulu yakınımızdaki ilçede, liseyi Ankara’da okudum. Lise sonrası dönemde ise hiç aklımızda olmayan Hollanda’ya kadar uzandık. Babam, Almanya macerasını bir süre sonra kapatıp Hollanda’ya geçmişti. Aile birleşimi yoluyla ailenin bir kısmı bütünleşirken, bir kısmı da geride kaldı ve bölündük.
Üniversite ve doktora eğitimimi Hollanda’da sosyal hizmetler, sosyoloji ve kültürel antropoloji dallarında yaptım.
Bizim Hollanda’ya gittiğimiz yıllarda üniversite okuyan Türk genci pek yoktu ve Türkler bunu henüz hayal bile edemiyorlardı. Bu nedenle eğitime orada devam etmek başlangıçta kolay olmadı. Dil öğrenmek ve bazı önyargıları kırmak bize zaman kaybettirdi. Ben pek düşünülmeyen bir işi başardım ve belki bazı gençlere de öncülük ettim. Şu an Almanya’da ve Hollanda’da binlerce Türk genci üniversitelerde okumaktadır.
İkibinli yıllara girerken Avrupa çok değişti. Hollanda da bu temayüle katıldı ve hatta kimi bakımlardan aşırı eğilimlere öncülük etti. 2005 yılında Türkiye’ye dönme kararı aldık ve döndük. Son altı yıldır çalışmalarıma Türkiye’de devam ediyorum.
Bu arka plandan bakılınca kendimi tipik bir göçmen ailenin 2. kuşak bir çocuğu ve akademisyen olarak görüyorum. Sosyolojiye ilgim seksenli yılların başında başladı ve sonraki yıllarda yaşam tarzımda etkili oldu. Mesleğine ve işine angaje olmuş bir kişiyim.
“Sosyoloji Söyleşileri” isimli eserinizde Türkiye'de sosyolojinin, "kuru bilgiler" olarak öğrencilere aktarıldığını öğrencilerin ya da akademisyenlerin, sosyolojik bilgileri "görevi gereği" edindiğini ya da aktardığını vurguluyorsunuz. Sizce bu bakış açısının kırılabilmesi ve sosyolojiye gereken değer ve önemin verilebilmesi için gerek gençlerin gerekse eğitimcilerin üzerlerine düşen görevler nelerdir?
Sosyolojiye bakış konusunda Türkiye’de iki kesimden bahsedebiliriz. Bizden önceki kuşağın bir kesimi (angaje sosyologlar), Ümit Meriç’in deyişiyle sosyolojiyi kurtarıcı bir öğreti ve hatta bir din gibi görmüşler. Ama sosyalizmin çöküşüyle sosyolojiye olan güven de sarsılmış. Daha klasik yaklaşanlar ise –ki bugün bunlar daha geniş bir kesimdir- sosyolojiyi misyonu olmayan bir disiplin olarak görüyorlar. Görev gereği araştırma yaparlar, görev gereği ders verirler. Onlar için sosyolojinin biyolojiden pek farkı yoktur.
28619Sosyolojiye ilişkin bakışın değişmesi için yeniden temel tartışmaları yapmak gerekiyor. Aktarmacı sosyologların bunu başarması zor gözüküyor. Yine angaje olmuş sosyologlar bu sorunu çözecekler. Sosyolojiye gelen öğrencilerin büyük bir kesimi –ezici dememek için zorluyorum kendimi- bir seçim sonucu olarak gelmiyorlar. Sosyolojiye ilişkin hiçbir bilgi ve ilgileri olmadan geliyorlar. Bu şartlar altında sosyolojiyi aktarmacılıktan kurtarmak zor gözüküyor. Ama küçük de olsa bir kesimi zamanla angaje etmeyi başarıyoruz ve başarmalıyız da.
Gençler, hemen hemen tüm bölümlerde minimalist bir profil çiziyorlar. Amaçları geçer bir not alarak ders ve sınıf geçmek. Hedefleri yüksek değil. Böyle olunca bu öğrencilerden ciddi bir okuma ve tartışma sürecine girmelerini beklemek, biraz safdillik oluyor.
Sosyolojinin değer ve önemini artırmak, idealist eğitimcilerin de işi olmakla birlikte daha çok siyaset ve toplumsal kurumların işi diyebilirim. Sosyoloji Türkiye’de işlevsel değil, ne iş sahası belli ne de işlevi var. İşlev kazanmadıkça önemini kavramak ve artırmak da kolay değil. 
Bugüne kadar müstakil olarak araştırılmamış bir konuyu okuyucuların dikkatine sunduğunuz “Kur'an'da Hz. Peygambere Sorulan 13 Soru” isimli kitabınız sahasında bir ilki temsil etmesi yönünden ilgi çekici bir kitap. Bu bağlamda bir konu hakkında kitap yazmaya karar vermeden önce o konuda daha önce yazılmış iyi bir kitap olup olmamasının yazma gerekçelerinizden olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da size bir konu hakkında kitap yazdırma gereği duyuran sebepleri nasıl açıklayabilirsiniz?
Söz konusu kitap, yurt dışında iken bir Ramazan ayında düşündüğüm ve yazdığım küçük bir çalışmadır. Din sosyolojisine olan ilgim bazen bu sınırları da zorlayan çalışmalar yapmama yol açıyor. Bunu bazı sosyologlar garip bulsalar da, ben angaje olduğum bir konuda yazmayı öne alıyorum. Bir şeyi iş olsun diye değil, önce kendim için araştırıp da sonra da başkalarıyla paylaşmak için yazıyorum.Kadir 
Canatan, 13 Soru
Bir kitap yazmak, benim ilk düşündüğüm şey değildir. Bu bir sonuçtur. Önce bir sorunsala kafa takar ve günlerce, haftalarca ve bazen de senelerce onunla uğraşırım. Okumalar yapar, arkadaşlarla tartışırım. Kafamda çözdüğüm an, onu yazmaya da başlarım. Bu aynen makaleler için de geçerlidir. Tabi bazen makaleler de sonra bir kitaba dönüşebilmektedir.
Ama işin doğrusu her kitap ve makale bu motiflerle ortaya çıkmamıştır. Bazen ders kitabı olsun diye yazdığım kitaplar da oldu. Son yıllarda yaptığım çalışmalarımdan “Aile Sosyolojisi” ve “Beden Sosyolojisi” adlı (edisyon) kitaplar böyle ortaya çıkmıştır.
“Nisadan İnsana” isimli kitabınızda islam kültür coğrafyasında tartışılan kadın sorununa getirdiğiniz yeni yaklaşımlar oldukça etkileyici. Sizce kadın sorununun çözüme kavuşturul(a)mamasında İslamı kötü lanse etmek isteyen grup ya da zümrelerin bu konuyu bilinçli olarak çözülememiş göstermesi de konunun çözüme kavuşmamasında etken midir?
Bu çalışma, tam da demin söylediğim problematik bir bakış ve çalışmanın ürünüdür. İslami düşüncenin reaksiyoner bir kalıp içinde gelişmiş olması, önemli tuzaklardan biridir. Bu tuzağın farkında olan kişiler de pek fazla değil. Dolayısıyla bilinçli bir istismardan bahsetmek doğru olmaz. Reaksiyoner olmaktan çıkıp reklektif bir düşünce aşamasına geçmek gerekiyor. Yani başkalarının ne söylediğine bakıp onlara laf yetiştirmek yerine, daha derinlikli sorularla meşgul olmak ve bazı sorunlara kilitlenmek gerekiyor. Bu kendi kendini aşmaya yönelik bir çaba olmalıdır. Bir düşünce ve kültürün kendini aşması, kendi üzerinde yoğunlaşma ve özeleştiriye açık olmasına bağlıdır.
Aynı zamanda Balıkesir Üniversitesi Uygulamalı Sosyoloji Ana Bilim Dalı’nda Doç. Dr. olarak çeşitli dersler veriyorsunuz. Bu bağlamda sosyolojinin ehemmiyetini öğrencilerinize daha iyi kavratmak için nasıl bir ders işleme metodu izliyorsunuz?
Bir genelleme yapmak gerekirse daha çok kültür sosyolojisinin kapsamına giren ders ve konularla meşgulüm. Öğretim üyesi sayımız düşük olduğu için mecburen farklı dersler veriyoruz. Ama ben verdiğim derslerde öğrencilere bilgi aktarmak yerine, verilen bilgiler üzerinde düşünmelerini ve tartışmalarını istiyorum. Bilgileri özümsemek ve bunları yaratıcı bir şekilde kullanmak önemli. Ama bu amaç fazla gerçekleşmiyor. Çünkü öğrenciler ders notu almak ve bunlara çalışarak sınava girmeyi işin özü haline getiriyorlar. Yorum sorularında kafaları fazla karışıyor ve tekbiçimli cevaplar verme telaşına düşüyorlar. Lise öğrencisi olarak geliyor ve o profilden pek fazla çıkmayı da başaramıyorlar. Bir de bölümde eleştirel bir eğitim ve düşünme süreci konusunda bir konsensüs olması gerekiyor. Bunun da sağlandığını pek söyleyemeyeceğim.
Çok çeşitli alanlarda proje yöneticiliği yaptığınızı biliyorum ama içlerinde en çok hayranlık duyduğum yaşlı insanlara yönelik gerçekleştirmiş olduğunuz “Türk ve Fas Kökenli Yaşlıların Intramural Bakım Gereksinimleri” ve “ Soest Şehrinde Yaşayan Türk Yaşlıların Toplumsal Konumu ve Bakım Gereksinimleri” projeleri oldu. Yaşlılara gösterdiğiniz bu hürmet sebebiyle özellikle biz gençlere çok güzel bir örnek olduğunuzu düşünüyorum. Sizce bizim ülkemizde gençler yaşlı insanlara gereken hürmeti gösterebiliyor mu, ya da göster(e)miyorsa bunun için nasıl bir çözüm oluşturulabilir?
Avrupa’da yaşlanma ve yaşlılık konusunda bilinç düzeyinin yüksek olduğu söylenebilir. Bunun da sebebi Batı toplumları yaşlanıyor ve yaşlılar toplumda giderek daha önemli bir toplumsal kesit haline geliyor. Bizim birinci kuşak şu an yaşlandı ve Avrupa kurumları, bizim yaşlılarla nasıl ilişki kuracaklarını ve onlara nasıl bakım hizmetleri vereceklerini pek bilmiyorlar. Bunun için araştırmalar yaptırıyorlar. Bu konuda iki proje yürüttüm ve yaşlılarımıza faydalı olacağına inandığım bazı çalışmalar yaptım.
Bu çalışmalardan ilkini yürütürken Türkiye’ye bir grupla gezi yapmış ve Ankara’da huzurevlerini dolaşmıştık. Doğrusu Avrupa için örnek alabileceğimiz pek bir şey göremedik. Geleneksel toplumlarda yaşlıların oranı düşük olmasına rağmen yaşlılara duyulan saygı ve yaşlıların itibarı yüksektir. Buna karşın modern toplumda yaşlılar önemli bir yekûn oldukları halde gereken saygı ve itibarı elde edemiyorlar. Batıda salt yaşlıların çıkarlarını korumak üzere siyasal partiler ve sendikalar kurulmuştur. Bu konuda geleneksel kültürel değerlerimiz çok önemli ve mutlaka yaşatılmalıdır. Huzur evleri bir çözüm değil. Avrupa bu fikirden vazgeçiyor ve hızla yaşlıları topluma entegre eden projelere imza atıyorlar.
Şimdilerde neler yapıyorsunuz? Yeni çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz?
Şu sıralar yurt dışında Hollanda’da Friesland eyaletinde Frislerin konumu ve iki-dilli yaşam konusunu araştırıyorum. Türkiye’ye dönünce bu konuda bir kitap yazacağım. Ayrıca Balıkesir’de toplumsal yapı ve aile konusunda bir araştırma projesiyle meşgulüz. Elimde hocam Anton Zijderveld’in kültür sosyolojisine ait bir kitabı var, zaman buldukça onu çeviriyorum. Doğal olarak bu arada üniversitede eğitim ve idari görevlerimiz de devam ediyor.
Söyleşi için teşekkürler Hocam..
Ben teşekkür ederim..

Ebru Keskin konuştu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder