28 Şubat 2012 Salı

alak 1-5 Hakkı Yılmaz tefsiri


1 ALAK  [EMBRİYON]
SURESİ


        ALAK SURESİ'NE GİRİŞ
Adını ikinci ayetinde geçen alak sözcüğünden alan bu sure, Mekke’de inen ilk suredir. Alak suresini bütün incelikleriyle anlamak, onun indirilen ilk sure olduğunu bil­mek ve bunu dikkate almakla mümkündür. Edebiyattaki "mukaddime” usulüne kıyas edilerek bu sureye "Kur’an'ın önsözü" de denile­bilir. Bu özelliği dikkate alındığında, surenin ibaresinden, işâresinden, delâletinden ve iktizasından hareketle Kur’an'ın bütününe ulaşmak; Kur’an'da ne­ler bulunduğu, Kur'an'ın neler içerdiği hakkında genel bir kanaate varmak mümkündür.
Bu sure ile Yüce Allah, Muhammed'i muhatap alıp ona konuş­muştur. Tek taraflı bir hitap olan bu konuşmayla, Muhammed b. Abdullah’ı tüm insanlığa gönderdiği İslam Dininin son peygamberi olarak görevlendirmiştir. Bu sure ile ona ilk mesajlarını vahyetmiş, bu mesajların gereğini yerine getirme konusunda peygamberinin zihninde oluşan bazı soruları da gidermiştir. İçeriğini daha iyi anlaya­bilmek için surenin yukarıda sayılan özelliklerini dikkatten uzak tutmamak gerekir.

Ayetlerin İnişleriyle İlgili Meşhur Rivayet

        Peygamberimize ilk vahyin gelişiyle ilgili olarak Sahih-i Buhari’nin Vahy Kitabı’nda nakledilen 3 numaralı rivayet şöyledir:
“Bize, Yahya b. Bükeyr, ona Leys, ona Ukayl, ona İbni Şihap, ona Urve b. Zübeyr, Urve de müminlerin annesi Ayşe'den tahdis etti. Müminlerin annesi Ayşe şöyle dedi:
        Rasülüllah'a ilk vahyin başlayışı, uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi ortaya çıkardı. Sonraları ona yalnızlık sevdirildi. Hıra dağındaki mağaraya yalnızlığa çekilir, belirli gecelerde ailesinin yanına gelinceye kadar ibadet ederdi. Tekrar yiyecek içecek alır, yine giderdi. Tekrar Hadice'nin yanına döner, yiyecek içecek tedarik edip yine giderdi. Ta ki vahiy gelene kadar...
        Birgün Hıra mağarasında iken melek ona geldi, “إقرأ  oku” dedi. O da  ما انا بقارئ Ben okuyucu değilim” dedi. Peygamber buyurdu ki: “O zaman melek beni alıp takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “إقرأ  oku” dedi. Ben de ona, “Ben okuyucu değilim” dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “إقرأ  oku” dedi. Ben yine, “Ben okuyucu değilim” dedim. Sonra beni üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra bırakıp:
         “Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı kan damlasından yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir.”
        Bunun üzerine Rasulüllah, bu ayetlerle yüreği titreyerek Hadice'ye döndü. “زمّلونى زمّلونى  Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!” dedi. Korkusu gidinceye kadar vücudunu sarıp örttüler.  Ondan sonra, olanları Hadice'ye haber verdi. “Kendimden korktum” dedi.  Hadice de:
        “Hayır, vallahi. Allah seni ebediyen rüsva etmez. Çünkü sen, yakınlarına sıla yaparsın, acizlerin işini görürsün, fakire yardım eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak vekillerine yardımcı olursun” dedi. Ve hemen Peygamberi alıp amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Bu kişi cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş bir kişi idi. İbranice yazı yazmasını bilir, İncil'den Allah'ın dilediği kadar bazı şeyleri İbranice yazardı. Ve kördü. Hadice, Varaka'ya:
        “Amcaoğlu dinle! Kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka:
        “Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Rasulüllah, gördüğü şeyleri ona haber verdi. Bunun üzerine Varaka:
        “O gördüğün, Allah'ın Musa'ya indirdiği Namus'tur. Ne olurdu, senin davetin günlerinde ben de genç olsaydım. Kavminin seni çıkaracakları/hicrete zorlayacakları zaman sağ olsaydım.” Bunun üzerine Rasulüllah:
        “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:
        “Senin gibi bir şey getirmiş [vahiy tebliğ etmiş] bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine ulaşırsam sana son derecede yardım ederim” dedi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka öldü. Ve bir müddet vahy kesildi.”
Alak suresi şimdiye kadar bu rivayet doğrultusunda anlaşılmaya çalışılmıştır. Oysa ayetleri anlamanın en iyi yolu, onları Kur’an’ın diğer ayetleriyle açıklama ilkesinden hareket ederek sureyi Kur’an’ın genel çerçevesi içinde anlamaya çalışmaktır. Bu ilke, öncelikle vahyin başlangıcını anlatan ve yukarıda özeti verilen meşhur rivayetin Kur’an ışığında dikkatle incelenmesini gerektirir. Bu incelemenin bizi ilk elde ulaştıracağı sonuçlar şunlardır:
•İlk vahiylerin uyku esnasında inmediği Kur’an ile sabittir.
(Necm/11-13) Rivayette iddia edildiği gibi ilk vahiyler rüyada inmiş ise, bunun Alak suresinden önce vuku bulmuş olması ve o rüyada inen vahye ait başka ayetlerin de bulunmuş olması gerekir. Böyle bir şeyin kabulü ise vahyin eksik toparlandığının kabulü olur ki, bu hem tarihî belgelere hem de Rabbimizin kitabını koruma vaadine ters düşer. Ayşe'den rivayet edilenler doğru ise, rivayette sözü edilen vahiyler ancak Ayşe'nin olayları hatırlayabileceği çağa ve peygamberimizin evine dâhil olduğu döneme ait olabilir.
Rivayet, Ayşe'nin ağzıyla, sanki Ayşe olaylara tanık olmuş ve anlatmış gibi aktarılmış, geniş bilgi verilmemiştir. Hâlbuki herkes tarafından bilinmektedir ki, ilk vahiyler geldiğinde Ayşe küçük bir çocuktur.
   Peygamberimiz, kendisine ilk vahiy geldiğinde korkmamış, ürpermemiştir. (Necm/13-17) Varaka gaybı bilmez, bilemez. Bu rivayette Varaka, tahminin de ötesinde, kehânette bulunmaktadır. Rivayetin peygamberlerin öz yurtlarından çıkarılmasıyla ilgili bu bölümü İbrahim suresinin 13. ayetinden alınmış gibi görünmektedir. Böylece Rabbimizin değişmez ve şüphe götürmez beyanı Varaka'ya isnat edilmiştir.
İbrahim 13: “Kâfirler peygamberlerine şöyle dediler: ‘Ya tamamıyla bizim dinimize dönersiniz yahut da sizi yurdumuzdan mutlaka çıkarırız.”
   Kur’an'a göre ilk vahiy Hıra mağarası'nda değil, Mescid-i Aksa'da; Cennetu’l-Me'vâ denilen yerde gelmiştir. Hıra mağarası ile ilgi­li rivayetler, hem Peygamberimizi hem de vahyi rencide eder (Kasas/86).
   Bu rivayet doğruysa, Kur’an'da tam üç tane "ikra" sözcüğünün eksik olduğunun kabul edilmesi gerekir.
   Eğer bu rivayet doğru sayılırsa, ilk mümin, ilk müslüman Peygamberimiz değil, En'âm/l4, l63 ve Zümer/12'nin hilâfına Hatice olur.

Rivayetteki "bir müddet vahiy kesildi" ifadesi karşımıza bir de "fetret" problemini çıkarmaktadır. Sözlük anlamı olarak, "bir çeviklikten sonra gevşeme, sertlikten sonra yumuşama, güçlülükten sonra gelen zayıf­lık, aralık, boşluk" demek olan fetret,konumuz itibariyle "tebliğsiz dönem" anlamına gelir. Bu "tebliğsiz dönem"in ne kadar sürdüğü ri­vayetten rivayete değişmektedir; 12, 15, 25, 40 gün, hatta 3 sene sür­düğünü iddia eden rivayetler vardır. Bu rivayetler, Fetret'in sebepleri konusunda da birbirleriyle çelişkili bir çeşitlilik arz ederler. Fetret'e, yani vahyin kesildiğine ve bunun sebebine dair rivayetler güvenilir olmak­tan çok uzaktır.
      Fetretin nedenlerine dair Razî'nin naklettiği şu görüşler, konuyla ilgili rivayetlerin neden güvenilir olmadığını gösterecek niteliktedir:
        1- Ehl-i Beyt içinde tırnağı uzun olanlar varmış.
        2- Peygamberimiz bir savaşta ayağını taşa vurup kanatmış, bunun üzerine “Sen, kanayan ve karşılaştığı şey Allah yolunda sayılan bir parmak mısın?” diye sızlanmış. Allah da buna kızmış, vahyi kesmiş.
        Oysa bu olay, Sahih-i Buhari'de başka konular dolayısıyla yer alan ve ilk vahiylerin gelmesinden yıllar sonrasına ait bir olaydır.
        3- Peygamberimizin evinde, torunları Hasan ile Hüseyin'e ait köpek yavruları varmış. Bu nedenle, bir melek olan Cebrail peygamberimizin evine girememiş.
        Oysa peygamberimizin kızı Fatıma, Ehli Sünnet kaynaklarına göre vahyin başlangıcında henüz beş yaşlarında bir çocuktu. Şia kaynaklarına göre ise peygamberimizin nübüvvetle görevlendirilmesinden beş yıl sonra dünyaya gelmiştir. Eşi Ali ile evlenmesi ise hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. İlk vahiyler sırasında çocuk oldukları iddia edilen Hasan ve Hüseyin, gerçekte hicretin ikinci yılından sonra dünyaya gelmişlerdir.
        4- Yahudiler peygamberimize Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf hakkında sorular sormuşlar, peygamberimiz de “yarın cevap vereyim” demiş fakat “İnşaallah” dememiş.
        Halbuki Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf'ten Kur'an'da ilk defa 69. sure olan Kehf suresinde söz edilmektedir. Alak suresi ile Kehf suresinin inişleri arasında en az on yıllık bir zaman farkı vardır.
       Gerçekte fetret denen böyle bir dönem yaşanmamış, vahiy kesintisiz olarak devam etmiştir. Aslında Duhâ/3 ayeti, fetret konusuna malze­me yapılmıştır. Birçok çevirmen ve yorumcu bu ayeti, Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı şeklinde anlamış ve ilk vahiyle bu ayet arasında bir fetret döneminin bulunduğu kanısına varmıştır. Oysa Duhâ suresi, iniş sırası olarak 11. suredir. Eğer bu kabulleri doğru olsaydı, ilk vahiyden sonra -bu ayete kadar- hiç vahiy gelmemiş ol­ması veya Duhâ suresi'nin 2. sure olması gerekirdi.
Söz konusu ayetin doğru anlamı, Rabbin sana darılmayacak ve seni bırakmayacak (Duhâ/3) şeklindedir. Yani, bu ayetle Peygambe­rimiz ve misyonu kesin bir dille teminat altına alınmıştır. Bu ayet­teki ifadeler, ayetin içeriğine kesinlik kazandırmak [olacağın kesinli­ğini tembih] maksadıyla geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. Kur’an'da bunun, -Ay'ın yarılması gibi- yüzlerce örneği vardır. Duhâ suresi'nin söz akı­şı da buna delâlet etmektedir.
Bu surenin iniş sebebi, Rabbimizin rahmet ve hidayeti kendine yazmış [farz kılmış] olmasıdır. Daha sonraki ayetlerden öğreneceğiz ki Rabbimiz, Rahman ve Rahîm olmasının bir gereği olarak rahmeti kendi üzerine borç kılmıştır (En'âm/12, 54); hidayeti üzerine yazmıştır (Leyl/12, Nahl/9); her canlıya rızık vermeyi üzerine borç kılmıştır (Hûd/6).
Bu işleri kendine farz kılan Rabbimiz, insanlara hidayet etme­yi [doğru yola kılavuzlamayı]; onlara akıl ve vicdan vermek, pey­gamber göndermek ve kitap indirmek suretiyle yerine getirmiştir.
Yüce Allah’ın hangi şartlarda toplumlara peygamber gönderdiği, Kur’an'ın birçok suresinde doğrudan ya da dolaylı olarak dile getirilmektedir.
Allah’ın yozlaşmış toplumlara peygamberler göndermesi konusundaki ilahî sünneti gereği, tüm insanlık genel bir hidayet çağrısına muhtaç bir durumdaydı. O günün Mekke'sinde de dinî inanç yozlaşmış, bu yozlaşma ve bozulmalar sonucu yüzlerce tanrısı bulunan müşrik bir kitle oluşmuştu. Bu kitlenin giderek tâğûtî bir sistemle entegre olması, doğrudan şirk inancının bir sonucuydu. Her tâğûtî sistemde olduğu gibi, orada da alt kesimdeki insanları hor ve hakir gören yeni firavunlar ve küstah asilzadeler türemişti. Bunlar kendi rabblıklarının ve kurdukları düzenlerin sarsılmaması için ihtirasla gayret göstermekteydiler.
Böyle bir ortamda doğmuş ve büyümüş olan Muhammed b. Abdul­lah, o toplumdan biri olmasına rağmen farklı bir uygulamaya tâbi tutul­muş, Rabbinin özel nimetine mazhar olmuştu. Onun henüz peygamber ol­madan mazhar olduğu bu nimet, Allah'ın tektanrıcı bir müslüman olan İbrahim (as)’e de verdiği "doğruyu bulma yeteneği"nin ona da bah­şedilmiş olmasıydı (Enbiya/51).
O, kendisine bahşedilen bu anlama ve kavrama yeteneği sa­yesinde dalâletten kurtulmuş, tevhîd mücadelesi veren, bu uğurda toplumuyla tersleşen bir kimliğe bürünmüştü. Artık onlardan biri de­ğildi, aksine onların şirkini ve tâğûtî düzenlerini protesto ediyordu.
O tarihte Kâbe, Mekkelilerin halka açık parlamentosu, ibadet merkezi idi. Kâbe’de yaptıkları ibadetler; beytin çırılçıplak ta­vaf edilmesi, ıslık çalarak ve el çırparak namaz kılınması şeklindeki yozlaşmış ibadetlerdi (Enfâl/35). Kâbe’nin içi ve çevresi, sahte tanrıların yüzlerce heykeliyle doluydu. İdare ise yöresel firavunlar mesabesindeki Daru’n-Nedve üyelerinin kontrolündeydi. Ne var ki, artık aralarında onlara karşı koyacak kimse­siz bir adam vardı: Muhammed b. Abdullah.
Kâbe’nin Arablar arasındaki işlevini de dikkate alarak, bir karşılaştırma ve tespit yapmak için önce o günün Mekke'sinin emiri, ke­rîmi Ebu Cehl'i, sonra da yine Mekke'de doğmuş-büyümüş Muham­med b. Abdullah'ı düşünmek gerekir. Ayrıca yine düşünmek gerekir ki, Muhammed b. Abdullah, o günlerde müşriklerin kıldıkları namazdan farklı bir namaz kılmaktadır.
Bu hal ve şartlar içinde, Muhammed b. Abdullah bir gece Kabe'de namaz kılma girişiminde bulunmuş fakat bu arzusu Ebû Cehl tarafından engellenmişti. (Alak/9-10). Bakara/185'e göre Ramazan ayı içinde yer alan bu gece, Duhân/3'teki adıyla "Mübarek Gece", Kadr suresi'ndeki adıyla "Kadr Gecesi"dir. Alak/9-10'da bahsedilen "kul", ittifakla Muhammed b. Abdullah'tır.
Bu tartışma ve namazdan engelleme sonrasında Muhammed b. Abdullah, bulunduğu Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürür. Nitekim bu olay İsrâ/1'de, "Yürüten... Allah tarafından yürütülen" ifadeleriyle anlatılır,
Mescid-i Haram'ı biliyoruz, ama Mescid-i Aksa neresidir?
Kur’an'da geçen Mescid-i Aksa, bugünkü bildiğimiz Kudüs'teki Mescid-i Aksa değildir. Kur’an'da geçen Mescid-i Aksa, Mekke'de; Haram bölgenin kenarında, Taif yolu üzerinde, Cirâne vadisinin yamacında eski bir mesciddir. İslâm'ın ilk yıllarında Kudüs'te bulunan -bu günkü Mescid-i Aksa'nın yerindeki- mescidin adı Beytü’l-Makdis'tir. Beytü’l-Makdis’in inşası Hz. Süleyman'a dayanır. Hicretten 90 yıl sonra Abdülmelik b. Mervan, Beytü’l- Makdis'in yıkıntıları üzerine bugünkü mescidi yapmış ve adını da "Mescid-i Aksa" koymuştur. Kur’an’da adı geçen mescitle ilgisi bulunmamakla beraber Abdülmelik’in yaptırdığı bu mescid de aynı isimle meşhur olmuştur. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi inşaallah İsra suresi'nin tahlilinde ve­rilecektir.
Muhammed b. Abdullah'ın geceleyin yürütülüşünün nedeni, İsrâil'den öğrendiğimize göre, Rabbimizin, ayetlerinden bir kısmını ona göstermeyi irade etmesidir:
Kendisine ayetlerimizden gösterelim diye, bir gece, kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek [bereketli] kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten, her türlü noksanlıktan arınmıştır. (İsrâ/1)
Orada neler oldu?
Ve O, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar yahut daha az kaldı. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti. (...) Andolsun, o, Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü. (Necm/7-18)
Evet, en büyük ayeti gördü: Vahiy aldı, peygamber oldu. İlk aldığı vahiy “ikra!”dır.
Muhammed b. Abdullah artık bir peygamberdir. Bundan sonra sadece Rabbi adına hareket edecektir.
Musa (as) ve Muhammed (as)'in ilk vahiy alışları arasında benzer­lik vardır. Musa bir ateş görür, ateşten bir parça kor almak için ate­şe doğru yürür ve dağa çıkar. Orada bir ağaçtan [görüntü ve ses] tecelli etmesiyle vahye muhatap olur. Muhammed de Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürür ve orada son sidre ağacından bir tecelli ile vahye muhatap olur. (Kasas/30 ve Tâ-Hâ/9-24. ayetleri tetkik edi­niz.)






1 (96). ALAK SURESİ
Rahman, Rahîm Allah Adına
MEAL:
1- Oku! Yaratan Rabbinin adına;
2- ki O, insanı alaktan yarattı.
3- Oku! Senin Rabbin ise ekrem'dir [en üstün olandır].
4- O ki kalemle öğretti;
(Veya: 3-4. Oku! En üstün olan senin Rabbin ise kalemle öğreten­dir;)
5-    insana bilmediğini öğretti.


Ayetlerin Tahlili
1. Oku! Yaratan Rabbinin adına;
İkra sözcüğü, karae fiilinin emir kipidir. Bu sözcük İbranice ve Süryanice'de de mevcuttur. Meselâ, şu anda bile Süryanice'de "oku­mak" sözcüğü için kıryono kullanılır. İkri sözcüğü de "adımla, oku" anlamındadır. Araştırmacılar "ikra" sözcüğünün hangi dilden diğe­rine geçmiş olduğu konusunda kesin bir kanaat sahibi değildirler.
Henüz defter-kitap ortada yokken karae sözcüğü, "hayız kanının rahimde toplanması ve dışarı atılması" anlamına üretilmiş [vaz edil­miş] ve zaman içerisinde de kadınların hayızlı günleri ile hemen arkasından gelen kanamasız günleri kapsayan dönemlerin adı olarak kullanılmıştır. Nitekim sözcüğün Bakara/228'deki kullanımı da bu anlamdadır.
Daha sonra sözcük, istiare [ödünç alma] yoluyla "bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak, başka yerlere nakletmek" anlamında kulla­nılmaya başlanmıştır. "Develerin hamile kalarak yavruyu rahimde ta­şıyıp sonra da doğurmasına" karaet'in-nâqatu denilirdi.
Aynı sözcük, yukarıdakilere ek olarak "harfleri, kelimeleri, cümleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme" ey­lemi için de kullanılmaktadır. Zaten bu sözcüğün "okumak" anlamında kullanılma nedeni de budur.
Ne var ki, karae sözcüğünü "okumak" diye çevirmek yeterli olmadığı gibi, böyle çevrilmesi onun Kur’an'da neden kullanıldığını anlamak bakımın­dan da yanlış sonuç verir. Çünkü Türkçe'de kullanılan "okumak" sözcüğünün karşılığı, Arabça'da "tilâvet"tir. Buna, hazırdaki bir met­ni okumak diyebiliriz. Ancak Kur’an'ın ikra sözcüğü ile bu anlamda bir okumayı kasdetmediği açıktır. Nitekim Biz sana biriktireceğiz ve dağıttıracağız, sen de unutmayacaksın/terk etmeyeceksin (A'lâ/6) ayeti ile Kıyamet/17-19'da tekrarlanan benzer ifadeler de göstermektedir ki, kıraat, "ön­ce bir şeyleri zihinde, kitapta vs. toparlayıp-hazırlayıp, sonra başka­larına sözlü ya da yazılı olarak aktarmaktır.” Bir gazeteyi, dergi ve­ya kitabı sessizce okuyup bir şeyler öğrenmek, kıraat sözcüğünün ifade ettiği "okumak" değil; tilâvet sözcüğünün ifade ettiği "okumak"tır. Görüldüğü üzere ikra sözcüğünün temel anlamı tek bir sözcükle ifade edilememektedir. Meal ve tahlilde ikra sözcüğüne "oku" diye anlam vermiş olsak bile, doğrusu açıkladığımız gibidir. Bu husus dik­katten kaçırılmamalıdır.
Bu durumda, konumuz olan ikra emrinden, Peygamberimizde bir şeylerin biriktirileceğinin ve sonra da bunların yine ona dağıttırılacağının anlaşılması gerekir. Diğer bir ifadeyle, Peygamberimiz Allah'tan bir şeyler öğrenecek; öğrendiklerini de insanlara sözlü veya yazılı olarak öğretecektir. Kendisine ikra ile emredilen [verilen görev] işte budur. Bu konuda şu ayetlere bakılabilir: İsrâ/14, 45, 93, 106; Nahl/98; Şu'arâ/199; A'râf/204; İnşikak/21; A'lâ/6 ve Müzzemmil/20.
Ancak unutulmamalıdır ki, bu ayetler kendisine vahyolunduğu zaman Peygamberimiz henüz neyi okuyacağını, zihninde neyi topar­layacağını, neyi depolayacağını, neyi taşıyacağını ve neyi dağıtacağı­nı bilmemekteydi.
Hûd/1’de belirtildiği gibi, Kur’an'ın önce ihkam [yasalaştırma], sonra tafsil [detay, ayrıntı] üslûbu doğrultusunda olmak üzere, Kur’an'ın önsözü mahiye­tinde olan bu surede işaret edilenler, ileriki ayet ve surelerde detaylandırılacaktır,
Kur’an sözcüğü de bu kökten türetilmiş "furkan" kalıbında mas­tar ve isimdir.  Allah’ın son vahyine isim olarak koyduğu bu sözcük, "emir, nehiy, kıssa, toplanıp dağıtılan [Allah'tan alı­nıp, kullara tebliğ edilen], Allah'tan öğrenilip kullara öğretilen" anlamına gelmektedir.
Özetle, ikra emri, toplamak ve dağıtmak anlamı ekseninde "vahyolunacakları zihninde toparla/oku/dağıt, tebliğ et" anlamına gelir.
Verilen görev, Yaratan Rabb adına olup yerine getirilecek görev­de kişisel bir amaç ve çıkar söz konusu değildir.
Peygamberimiz bundan böyle Rabbini de yavaş yavaş tanıyacak­tır: Yaratan, ekrem [en üstün olan], kalemle öğreten... Daha sonra Rabbülalemin [tüm yaratıkların programcısı], Rahman [çok merha­metli], Rahîm [hep merhametli], Mâlik-i yevm'id-dîn [karşılık gününün hükümdarı], Rabb'ul-felâk [çatlamanın programcısı], Rabb'un-nâs [insanların programcısı], Habîr [her şeyden haberi olan]... Vahiy geldikçe Rabbimizin "Esma-i Husnâ" dediğimiz güzel isim ve sıfatları da yavaş yavaş öğrenilecek ve Rabbimiz kendisine layık bir şekilde tanınacaktır.
Rabb, "terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten" demektir. Rabb kavramı, "yaratan" ve "ilâh" gibi kavramlarla karıştırılmamalıdır.
Allah'ın rabb özelliği zerreden kürreye her nesne üzerinde ilk var oluşundan itibaren başlayıp son aşamaya kadar devam eder. Hiç­bir varlık bu programdan ayrı değildir. Rabb sıfatı Kur’an'da en çok yer alan sıfattır. Öyle ki, tam 903 kez yer alır.
2. ki O, insanı alaktan yarattı.
Alak sözcüğü, kelimenin sözlük an­lamlarının dışında olarak eski tefsirlerde "kan pıhtısı" şeklinde karşılanmıştır. Bunun nedeni, ya ilk Yunan hekimi Hipokrat ve takipçilerinin etkisi, ya da düşük ya­pan bir kadında, düşük halindeki ceninin rahim kanıyla karışık gö­rüntüsünün kabaca izlenimiydi.
Alak sözcüğü, "birleşmek, bitişmek, asılı olmak, cezp etmek, gö­nülden sevgi ve aşk" anlamlarına gelir.
İnsanın yaratılışındaki "alak" evresi, "nutfe" evresinden sonradır (Mü'minûn/14, Hacc/5). Nutfe tarafından döllenen yumurta, rahime yapışır. Böylece embriyon, rahim üzerinde bir kök oluşturarak rahi­me çengelle asılmış gibi bir görünüm arz eder ve o kök ile beslenir. Ra­hime asılı bu döllenmiş yumurta adeta bir parazit pozisyonunu an­dırır. Başka bir ifadeyle aslında bu "larva", yani embriyon kurtçuğu, parazitin bizzat kendisidir. Cenin, hamilelik süresince bir parazit ola­rak anneden beslenir.
Bu ayetten şu anlamları çıkarmak mümkündür:
Allah en basit, en olmadık şeyden mükemmel insanı yaratandır veya kibirli olanı [Ebu Cehl'i ve benzerlerini] pis bir şeyden yaratan­dır. İnsanın evveli cife [iğrenç şey], ahiri lâşedir [leş]. Öyleyse bu ki­bir niyedir?
Esasen, sadece insan değil, canlıların birçoğu da alak'tan yara­tılmıştır. Ayette sadece insanın zikredilmiş olması, biyolojik canlılar içindeki tek akıl sahibi olup teklife muhatap alınması sebebiyledir.
Ayetten işaret anlamı olarak “koskoca insanı küçücük bir hücreden yaratan Rabbin, bir Muhammed'den de koskoca bir ümmet yaratacaktır” mesajı da alınabilir.
Alak/embriyonun mahiyetinin bu ayetin indiği dönemde henüz tam bilinmediği dikkate alınırsa, bu ayet içeriği itibariyle bugün mucize niteliği de taşımaktadır.
Anlatımlar Ebu Cehil’in şahsında tekil insana yönelik olmasına rağmen tüm insanlığı içine almaktadır.
3. Oku! Senin Rabbin ise ekremdir/en üstün olandır.
Bu suredeki "rabbike" [senin Rabbin] ifadesi, Fatiha suresinde "Rabbi’l-âlemîn" [âlemlerin Rabbi] olacaktır.
Ayet mealinde karşılığı [ise] olarak verilen vav, ayetin anlamı açısından son derece önemlidir. Çünkü vav sözcüğünün oradaki kullanılışı, cümlede bir mukayese yapıldığını göstermektedir. Ebu Cehl'in Kabe'de namaz kılan, sosyal faaliyetlerde bulunan Muhammed (as)'i engelleyişi ve hezeyanları, mukayese edilenin Ebu Cehl olduğunu gösterir. Yani, "o [Ebu Cehl] kerîm [cömert, saygın] ise, se­nin Rabbin ekrem'dir [en cömert, en saygın, en üstün olandır] anlamı ortaya çıkar.
Ayetdeki vav ihmal edildiği için meal ve tefsirlerin çoğunda "ise" sözcüğü bulunmamaktadır. Bu yüzden de ayetin işaret ettiği Ebû Cehl'in kerimliği akıldan uzaklaşmakta ve cümle sağlıklı olarak anlaşılamamaktadır.


4-5. O ki kalemle öğretti; insana bilmediğini öğretti.
(Veya: 3-4. Oku! En üstün olan Rabbin kalemle öğretendir;)
Allah, Kendisini Peygamberimize tanıtmaya başlıyor: Rabb, yara­tıcı, en cömert, en üstün ve bilgilendirici...
Kullar açısından en önemli, en gerekli şey ilimdir. Demek isten­mektedir ki, bundan sonra Allah ilim akıtacak, vahyedecek ve Peygamber de onları toparlayacak; ezber edecek, yazdıracak ve in­sanlara tebliğ edecektir.
Peygamberimiz tâğûtla, tuğyanla, şimdilik ilimle mücadele etme­li; yani herkesi bilgilendirmeye çalışmalıdır.
Kalem ilmin sembolüdür. İşaret anlamıyla, gönderilecek va­hiylerin kalemle yazılmasının, zapturapt altına alınmasının gereği­ne işaret eder. Zaten Peygamberimiz de her ayeti kâtipler eliyle ya­zılı hâle getirmiştir.

1 yorum:

  1. Sizin anlayacağınız, aşılacak çok tepe var ve fakat henüz talib yok!
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=443190956132311&id=100013242319421
    https://plus.google.com/u/0/109838719669290377148/posts/SKQkh7pX9jW

    YanıtlaSil