13 Şubat 2012 Pazartesi

Muhammed neyi okudu - Ahmet hulusi


 “B”ismillâh’ir Rahmân’ir Rahıym…
Ikra’ Bismi Rabbikelleziy halak;
Halekal’İnsane min ‘alak;
Ikra’ ve Rabbükel’Ekrem;
Elleziy ‘alleme BilKalem;
Allemel’İnsane ma lem ya’lem...
(96.’Alak: 1-5)
İÇİNDEKİLER
SUNU 10
EVRENİN GERÇEĞİ 12
BİLİMSEL VERİLERLE DÜŞÜNEBİLMEK 14
EVRENSEL ÖZ ve ÖZÜMÜZ 16
“ÜMMΔnin “OKU”ması 18
“ÜMMΔler KİMLERDİR? 22
“OKU”YABİLMEK 25
“HANÎF” İNANCI 26
“FÂTIR” ve FITRAT DİNİ 28
“ALLÂH” İSMİ, “CÜZ” KAVRAMINI KABUL ETMEZ! 31
ALLÂH’A NİÇİN “TANRI” DENMEZ? 32
İSİM, İÇERİĞİNİ NE KADAR ANLATIR? 34
İLK ÂYETLER 36
MELEK VE RUH HAKKINDA 38
BEYNİN ALGILADIĞI EVREN 41
CİBRÎL NİÇİN “SIKTI”? 43
NİÇİN KAN PIHTISI? 45
NİÇİN “BİSMİRAB”? 47
“SEMÂVÎ DİNLER” YANLIŞI 50
SİSTEM’İN “OKU”NMASINA... 52
BOYUTLAR HAKKINDA 54
HZ. MUHAMMED’İ TANIYAMAYANLAR 57
HZ. MUHAMMED ‘‘ALLÂH RASÛLÜ”DÜR CİBRÎL ELÇİSİ DEĞİL! 59
SİSTEMİ “OKU”MAK 61
BESMELE HAKKINDA 64
FÂTİHA: “HAMD”I ALLÂH YAPAR 67
CEHENNEM RAHMETTİR 71
“DİN GÜNÜ” NE ZAMANDIR? 76
“KULLUK” NEDİR? 78
“HİDÂYET” NEDİR, NASIL OLUŞUR? 83
KORUNMAK iÇİN “MÜTTEKÎLER” 91
TAKVA 95
‘‘GAYB’’ NEDİR? 97
ÇOK YÖNLÜ NAMAZ 100
“İNFAK”IN SEBEPLERİ 105
DİNLER Mİ, “DİN” Mİ? 107
ÖLÜM ÖTESİNE “İKÂN” NEDİR? 109
SİSTEME DAİR BİR AÇIKLAMA 111
SONSÖZ 119
SUNU
Çok değerli, düşünen Dostlarım...
Bu kitabımızda, belki de bugüne kadar hiç aklınıza gelmemiş bir konuyu düşünü dünyanıza sergilemeye çalışacağız...
Elbette ki, kitabın kapağında okuduğunuz isim, bu konuya ışık tutuyor... Acaba Hazreti “Muhammmed Neyi “OKU”DU?..
Bilindiği üzere, Hazreti Muhammed iki yılı aşkın bir süre, içinde yaşadığı düşünsel durum nedeniyle, Hıra Tepesindeki mağarada, inzivaya çekilmişti...
Bu süreç içindeyken, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk âyeti olan “İKRA” hükmü kendisine tebliğ oldu Cebrâil isimli melek tarafından!
“İKRA!..”
“OKU!..”
Ama, bu tebliğ anında kendisine verilmiş herhangi bir yazılı metin yoktu!..
“OKU”MASI isteniyordu; ancak eline verilmiş bir alfabetik yazıt söz konusu değildi..?
Öyle ise neyi “OKU”YACAKTI?..
OKU” dendiğine; “OKU”ması gerektiğine; ve “OKU”yacağı herhangi bir yazılı alfabetik metin olmadığına göre...
Acaba, “OKU”ması istenilen “ŞEY” ne idi?..
“ÜMMΔ olan Hazreti Muhammed (aleyhisselâm); “OKUyabilenlerden değilim, okuyamıyorum…” cevabını vermişti, Cebrâil isimli meleğe...
Ortada, kağıt, deri, kemik üzerine yazılı olarak inmiş herhangi bir metin olmadığına göre; elbette ki, burada işaret edilen husus, bizim bildiğimiz mânâda okuyup-yazma değildi!
Öyle ise, burada söz konusu edilen “ÜMMΔlik, genelde anlaşılan mânâsıyla, yazılı bir metni okuyamama değildir!
Bu takdirde, “ÜMMΔlik nedir?..
Kimler “ÜMMΔdir..?
“ÜMMΔlikten kurtulmanın yolu nedir?..
“ÜMMΔ olduğu için “OKU”yamayan Hazreti Muhammed (aleyhisselâm), “İKRA” hükmünce “OKU”duktan sonra, hâlâ “ÜMMΔ miydi?..
Değerli düşünen Dostlarım...
İşte bu kitabımızda, müşahedemiz nispetinde; elden geldiğince, sırf iman yoluyla kendilerine nakledilenleri olduğu gibi kabul edip, üzerlerinde yoruma girmek istemeyen kardeşlerimizi de fazla sarsmayacak bir biçimde; yukarıdaki soruların cevaplarını açıklamaya çalışacağız...
Elbette ki, bütün yazacaklarımız, Rabbimizin bize ihsan ettiği ilim, nasip ettiği müşahede nispetinde olacaktır... Muhakkak ki, her bilgi sahibinin fevkinde daha başkaları vardır...
Biz de bu yazdıklarımızla, dostlarımızın daha üst bilgi ve düşünü basamaklarına ulaşması için vesile olursak, bu görevi bize ihsan ettiği için Rabbimize şükrederiz...
Dileriz ki ALLÂH, ilmin sonsuz basamaklarında, tüm yaşamımız boyunca yükselmeyi ve o ilimden günlük yaşamımızda yararlanmayı nasip etsin…
Buyurun önce “Evrenin gerçeğine” ve sonra da; Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın “OKU”duklarından, bize
bildirilenlerin bazılarına…
AHMED HULÛSİ
1
EVRENİN GERÇEĞİ
Değerli dostlarım, kitabımızın ana konusuna geçmeden önce çağdaş bilimler eşliğindeki bazı tespitlerden söz etmek istiyorum...
İnsanoğlunu asırlardır düşündüren ve kesin cevabı da bir türlü verilemeyen bir soru vardır…
Evren nedir; ben neyim; ve evrenle bağlantı noktam nedir?..
Sayısız düşünür, bilim adamı ve tasavvuf ehli kişi, bu konuda kendi kapasitelerine göre pek çok cevaplar getirmelerine rağmen; gene de herkesi tatmin edebilecek güçte ortak cevabı düşünü dünyasına sergileyememişlerdir...
Önce, bazı ünlü tasavvuf ehli kişilerin, evrenin yapısı hakkındaki görüşlerine birkaç cümle ile değinelim...
“Bütün âlemlerin aslı hayaldir!..”
“Tüm mevcudat TEK bir yapıdır!..”
“Var olan TEK bir varlık vardır, O da ALLÂH’tır!”
“Sen iki görüyorsan, bu gözündeki şaşılıktandır; var olan sadece BİR’dir!”...
Herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için, sadece ünlü tasavvuf ehli kişilerin fikirleridir bu cümleler, demekle yetinip, söyleyenlerin isimlerini yazmıyorum... Arzu edenler bu fikirlerin kimlere ait olduklarını konuyla ilgili eserlerde bulabilirler...
Şimdi bu cümlelerde, mecaz yollu anlatılmak istenen hususlara, çağdaş bilimler ışığında yaklaşmaya çalışalım…
Biliyoruz ki insan; evreni, beş duyusuyla algılar. Dolayısıyla, insanın, beş duyusunun oluşturduğu evreni ile; bir hayvanın ya da insan ötesi herhangi bir varlığın, duyu organlarının kapasitesine GÖRE algılanan evreni, elbette ki birbirinden son derece farklıdır!
Bunu, basit bir misalle açıklayalım... İnsan gözü, 4000 angström ile 7000 angström arasındaki dalgaları değerlendirerek beyne yollar; ve bu dalgalar, beyinde bir görüntü şeklinde değerlendirilir... Biz de, beynimizin programlandığı şekilde değerlendirdiği bu dalgaları yayan veya aksettiren nesneleri “var” kabul eder, bunların dışındakileri ise “yok” sayarız.
İşte, gerçeği görememe hususundaki yanlışımız, bu noktada başlamaktadır...
Gözümüzün algılayamadığı, sayısız-sonsuz dalga boyu skalasından son derece minik bir kesiti algıladığımız hâlde, her şeyi algıladıklarımızdan ibaret sanıyor; ve her şeyi, bu sınırların içinde varsayıp, değerlendirmeye çalışıyoruz!..
Oysa, gerçekte, evren, sonsuz-sınırsız dalga boylarından, ya da bir diğer ifade ile kuantlardan oluşan bir yapıdır; ki bu algıladığımız kesit içindekiler, okyanusta bir damla bile değildir!
İkinci olarak; anlaşılması zorunlu bir diğer husus da şudur…
Gözümüzün beyne ulaştırdığı 4000-7000 angström arası dalga boyları bir anlam taşıdığına göre; bütün dalga boyları ve boyutları ile tüm evren, bir anlam ifade eden BÜTÜNSELLİĞE sahiptir! Ne çare ki, bizim algılama araçlarımızın sınırlılığı, bu EVRENİN BÜTÜNSELLİĞİNİ değerlendirmekten bizi mahrum bırakmaktadır.
Demek oluyor ki...
Beynimizin, belirli şartlanma yollu edindiği programlarla bloke olması, bizi kısıtlıyor ve... Kesitsel algılama araçlarına
(beş duyu) sahip olmamız, ve her şeyi İLLE DE beş duyu ile değerlendirme şartlanmamız, çokluk görüntüsü veren orijinal TEK’i bir türlü algılayamamamıza sebep olmakta!
Oysa, bilimsel olarak biliyoruz ki, atom boyutunda değerlendirme aracımız ya da duyumuz olsaydı, “hepimiz BİR” olacaktık…
Bunu da anlatmak için şöyle bir misal vereyim…
Bulunduğunuz odayı, tavanını açmak suretiyle, bir milyar defa büyütme kapasitesine sahip elektron mikroskobunun lâmına koyun ve sonra da objektifinden bakın... Bir milyarlık büyütme kapasitesi, bize atomları görme olanağını verecektir... Bu takdirde, artık biz, o odadaki çeşitli isimler taktığımız eşyayı değil; demir, bakır, çinko, hidrojen, azot, oksijen vesaire gibi pek çok atomlardan ibaret, homojen bir kütleyi göreceğiz...
Göz aracıyla aynı odaya bakan beyin, az önce birçok eşyanın varlığından söz ederken; elektron mikroskobu aracılığıyla aynı odaya bakan beyin sayısız eşyadan değil, homojen atomik bileşik bir kütleden söz edecektir; ki artık “pek çok” sadece, yüz küsur atom türüne dönüşmüştür nazarımızda!
Şayet, beynin kullandığı algılama aracı, bir milyar defa büyütme kapasitesi yerine, bir trilyon ya da yüz katrilyon gibi rakamlara çıksa ne olur?..
Bu takdirde öyle bir noktaya geliriz ki, evrende var olduğunu kabul ettiğimiz her şeyin, o şeye bakan algılama aracının kapasitesinden doğan, imgesel bir varlık olduğunu idrak ederiz!
İşte var olduğu, beyin tarafından kabul edilen her şey, beynin kesitsel algılama araçlarına GÖREdir; ve o görüntülerin her biri, kesitsel verilerin imajlarıdır!
Bu tespit bizi nereye götürür?..
Madde - hücre - molekül - atom - nötron - kuark - kuant “boyutsal öze inim” ile karşımıza öyle bir TEKİL yapı çıkar ki, artık, bu TEK’ten başka bir şeyin varlığı düşünülemez!
Kısacası, “Evren” ismiyle işaret ettiğimiz varlık, gerçekte öyle bir TEK’e dayanmaktadır; ki siz ona ne isim verirseniz veriniz; O’ndan başkasına “Evren” ismi ardında yer yoktur!
Algılayabildiğimiz kadarıyla, bir özelliği “Salt Bilinç”; diğer bir özelliği de “Evrensel Enerji” olan bu TEK, “Evren” ismiyle tanımladığımız yapı olarak, zaman kavramının olmadığı bir mânâda, her an kendi sistemiyle yaşamını sürdürmektedir.
Bize düşen ise, şayet elimizden geliyorsa, bu yapıdaki yerimizi anlamaktan ibarettir.
2
^
BİLİMSEL VERİLERLE DÜŞÜNEBİLMEK
Evrenin, sonsuz dalga boyundan meydana gelen, bilemediğimiz sayıdaki boyutta olan gerçek yapısına karşın; insanın, sadece kesitsel algılama araçlarıyla (beş duyu) değerlendirme yapmak zorunda olması nedeniyle; gerçekte, asla “EVREN”den söz edilemeyeceği; ancak “İnsanın evreni”nden bahsedilebileceği, kesinlik kazanmıştır!
İşte acı ama kesin olan bu gerçek karşısında, insan için geriye ne kalıyor?..
Beş duyu sınırlarıyla kayıtlı insan beyinlerinin, bilimsel veriler ve bulgular eşliğinde, yeni düşünce sistemleri ile çevresini ve içinde yaşadığı boyutun gerçeklerini doğruya en yakın biçimde tespit edebilmek... İşte sorunumuz burada başlıyor...
Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, beş duyunun kendisine ulaştırdıklarıyla değerlendirme yapmak mecburiyetiyle yüzyüze olan beyin, günümüzde şu gerçeği tespit etmektedir...
Algılanan boyutların ötesinde, sayısız boyutlar ve o boyutlara ait sayısız değerler ve o değerlerle, kendine özgü canlılık sahibi sayısız türler mevcuttur!
Öyle ise biz, bilimsel verilerin doğrultusunda düşünürsek, göreceğiz ki, bizim madde boyutumuzun dışında; kendi madde boyutlarında, fakat bize GÖRE ışınsal yapılı canlılar ortamı hadsiz hesapsızdır...
Evren, tümüyle ışınsal yapı orijinlidir de; biz, “madde” âleminde mi yaşıyoruz?..
Bu konuda en önemli soru ile karşı karşıyayız şu anda! Ve cevabının anlaşılması da oldukça güçtür...
Soruyu biraz daha açalım...
Evrende, “madde” âlemimiz ve “madde olmayan” âlemler mi var?.. Canlılar, sadece “madde” âleminde mi var?..
Bilimsel veriler gösteriyor ki, makrokozmos denilen kozmolojik sistemlerden, mikrokozmos denilen müonlara - kuantlara kadar -yardımcı araçlarla da olsa- göz veri sınırları içerisinde kalan her şey, birbirini meydana getiren terkipsel katmanlardır...
Oysa bu katmanların her biri, kendi katman algılayıcısına GÖRE maddedir! Yani, “madde” ve “madde ötesi” kavramı tamamıyla algılayıcısının kapasitesine GÖRE değişen, “GÖRESEL KAVRAM”dır!
Bizim algılama araçlarımızın iki puan üstündeki algılama araçlarına sahip birimler için, bizim dünyamız ve yapımız, madde ötesi iken; bizim iki puan altımızdaki algılama araçlarına sahip bir başka türe göre, yaşadığımız ortam, mevcut bile değildir!..
Bir hücre ya da bir bakteri, bilinci itibarıyla, bizim varlığımızdan bile haberdar değilken; önümüzde böyle bir örnek mevcutken; biz nasıl olur da, içinde yaşadığımız ortamda, bizden başka canlı-bilinçli varlıkların mevcut olmadığını iddia edebiliriz?..
Algılayabildiğimiz kadarıyla, ister dalgasal birikim, ister kuantsal yapı olarak ele alalım, gerçekçi düşünce bizi, sayısız canlı-bilinçli birimler ve birikimler evreninde yaşadığımız sonucuna götürmektedir...
Ancak ne var ki, biz, kendimizi henüz 19. yüzyılın, gelişmemişlikten dolayı kabullenilen madde ve maddecilik şartlanmasından arındıramadığımız ve çağdaş düşünce sistemi içinde yer alamadığımız için; evrene ait gerçekler ve değerler boyutuna sıçrama yapamıyor, her şeyi dar madde sınırları içerisinde çözümleyip, değerlendirmeye çalışıyoruz.
Şunu artık kesin olarak bilmeli ve idrak etmeliyiz ki; kuantsal yapı boyutundan, “madde” adını taktığımız “beş duyu boyutu”na ve daha “ÜST MADDE” boyutuna kadar, her terkipsel yapının, kendine özgü bilinci ve değerleri mevcuttur!..
Biz, bu gerçeği idrak ettiğimiz ve üzerinde araştırmalarımızı sürdürdüğümüz ölçüde, bu bilinç birimleriyle iletişim kurma imkânına sahip olabiliriz. Dar görüşlülüğün ifadesi olan inkâr ise, evrende kör bir bilinç olarak yaşamaktan başka bir şey kazandırmaz.
Geniş ve kapsamlı düşünen insana yakışan şey, inkâr değil, bilimsel düşüncedir!
Ölüm ötesi yaşam gerçeği; bilincin, madde ötesi yapısından kaynaklanan ve her boyutta, terkipsel yapısına göre sonsuz devam eden orijinalitesinden kaynaklanmaktadır... Zira bilinç; maddeden değil, maddeyi oluşturan “Evrensel Orijin”den kaynaklanmaktadır... Evrensel, kuantsal orijinli bilincin, madde boyutundan bedende, beyinde ulaştığı form ve kapasitenin, maddenin tükenişiyle birlikte, yeniden bir alt -ya da bir üst- boyutta ışınsal yapısıyla yaşamına devam etmesi kaçınılmaz bir son ya da devamdır...
Öyle ise, düşünce ufkumuzu madde sınırlarının ötesinde, boyutsal derinliğe ulaştırabiliyor muyuz?..
3
^
EVRENSEL ÖZ ve ÖZÜMÜZ
İnsanın, asla evrenden söz edemeyeceğini; “Evren” ismi altında anlatılmak istenen şeyin, ancak ve sadece kesitsel algılama araçları beş duyuya dayanan “insanın evreni” olduğunu anlatmıştık...
Daha sonra da, “madde” diye bir şeyin gerçekte var olmadığını; “madde” tespitini dahi beş duyuya dayanan algılama araçlarının yaptığını; başka algılama araçlarının da başka “madde”ler tespiti yapabileceğini açıklamaya çalışmış; ve her algılama aracına GÖRE değişen sayısız “madde” âlemleri vardır; ki onlar, bize göre, hep “madde ötesi” âlemlerdir, demiştik…
İnsan, beş duyu verileriyle evreni tanıyamayacağına göre; insan, evren içi bir varlık olduğuna göre; evrende her şey, madde ötesi dalgalardan ya da kuantsal yapıya dayanan çeşitli frekanstaki, çeşitli anlamları kapsamında bulunduran birimler olduğuna göre; bu takdirde özü itibarıyla “İNSAN” nedir?
Gözden öze yönelebilenlere, gözden öze geçebilenlere, beyinlerini beş duyu verileriyle bloke olmaktan kurtarıp, derin ve kapsamlı düşünce yoluyla, madde sanısından “Evrensel Öz”e doğru, bilim artı sezgi gücüyle kullanabilenlere göre...
Evrende mevcut olan her birim, yapısına ve algılama aracına göre yer aldığı katmanda, tüm evrensel öz değerlere sahiptir. “Evrensel öz”e sahip bulunan her birim, kendi algılama araçlarının oluşturduğu katmanda yaşadığı sürece, o katman kendi “madde” dünyası olarak mevcuttur; diğer katmanlar ise, “yok” hükmünü alır, algılama aracının kapasite yetersizliği dolayısıyla!
Gerçekte, evrende mevcut bulunan her şey, aynı özden meydana geldiği için, ister “Yaratan Güç” denilsin, ister günümüz deyişiyle “Salt Bilinç” diyelim bu evrensel kudret ve ilim, holografik bir biçimde, evrenin her katmanındaki her birimin her noktasında, aynı şekilde mevcuttur!
Evrene, aynı özden meydana gelmiş değişik terkiplerdeki sayısız türün algılama araçlarından bakışı bir yana koyup da; tüm algılama araçlarının kapasitesine sahip tek bir algılama aracıyla, Özden yapıya doğrultusunda bakabilirsek, algılarız ki; canlı, sonsuz, sınırsız, ilim ve kudret sahibi, kendi varlığı dışında başka bir şeyden söz edilmesi mümkün olmayan “TEK”ten başka bir şey mevcut değildir; ki artık siz, “O”na ne isim isterseniz veriniz!
Bugünkü bilimsel değerlendirmeler, geçtiğimiz binlerle yıllık süreç içinde mevcut olmadığı için, o günün gözden öze yönelenleri, beş duyunun kesitsel verileri üstüne, beş duyu ötesi algılama sistemlerini de devreye sokarak, bu gerçeklere önemli ölçüde ulaşmışlar; ancak ne var ki, kendi lisanları ile, “mecaz yollu” bu gerçekleri dile getirmişlerdir.
“Evrenin tek bir ruhtan meydana geldiğini”, “her şeyin varlığının bu tek ruh ile mevcut ve devam etmekte olduğunu”, “insanın, özünde mevcut olan bu ruhu, dışarıda aramasının boş bir şey olacağını” vurgulayan öze ermişler, ne yazık ki kendilerini gözle sınırlayanlar tarafından anlaşılamamışlardır.
Evren, özü itibarıyla tek ve tümel bir bilinç ve güç olduğuna, gerçekte sonsuz-sınırsız yapısına ve her birimin kendi ilmi ve kudretiyle, ve gene kendi varlığıyla var olduğuna göre; insan için evrenin gerçeğine vardırıcı tek yol, gene insanın kendi bilinci ve özüdür.
İster tüme varış; ister tümden geliş sistemleriyle hareket edelim, öncelik hep “tüm”dedir! “Tüm”ü bilmezseniz, bilmediğinize varamazsınız! “Tüm”ü bilmezseniz, tümden gelim olanaksızdır! Öyle ise her koşulda, öncelikle bilinmesi zorunlu olan “TÜM”dür!
“Madde”miz, beş duyu verilerine göre mevcut olan bir katman olduğuna göre; algılama araçları değiştikçe “maddeler” de değişeceğine göre; bu hükmü veren bilinç, kesinlikle anlaşılır ki madde değildir!..
Bilinç, madde olmadığına göre; “Evrensel Öz”den meydana gelmiş, “Evrensel Öz”le mevcut, ancak yapısını henüz değerlendiremediğimiz, meçhul frekanslı dalga boyudur!
Ve bu gerçeğe göre biz, evrendeki -göz boyutuna gore- milyarlarca galaksiden bir galakside, yüz milyarlarca yıldızdan birinin bir uydusunda yaşamakta olan, milyarca bedenden bir et-kemik beden değil; varlığını “Evrensel Öz”den alan ve “O” öz ile var olan bir bilinç titreşimiyiz!
Beş duyu sınırlamaları dolayısıyla, “madde” diye isimlendirdiğimiz her şey dahi, değişik frekanslardaki ışınsal yapıdan başka bir şey değildir!...
Ne var ki, “Evrensel Öz”ü holografik bir biçimde varlığında bulunduran; ve hatta o “Evrensel Öz”ün mevcudiyetiyle var olan; holografik bir biçimde öz sahibi ışınsal yapı olan varlığımıza, bizden öncekiler “RUH” adını takmışlardır.
Öyle ise, insan için, “yok olma” anlamında “ölüm” asla söz konusu olmayıp; olay, kişinin bilincinin, madde boyutundan holografik ışınsal beden boyutuna sıçramasıdır; ya da eskilerin tanımlamasıyla; “Ruhlar Âlemine geçiş” söz konusudur... Ve bu holografik ışınsal özellikli beden için, ışınsal evrende, eriştiği algılama kapasitesiyle, bu kapasiteye bağlı katmanda sonsuza dek yaşam mevcuttur.
4
^
“ÜMMΔnin “OKU”ması
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk gelen âyeti ve hükmü “İkra”dır!..
“İKRA” hitabının şeklen kendisine nasıl ulaştığını ve o anda neler hissettiğini önce Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın ağzından dinleyelim...
Cebrâil (aleyhisselâm) isimli melek nasıl gelmiş; nasıl “OKU” demiş; nasıl “SIKMIŞ”; ardından neler hissedilmiş; bütün bunları önce umuma anlatış şekliyle sahih hadislerden görelim, okuyalım...
Sonra bugüne kadar elimize geçmiş tüm verilerin üzerinde duralım...
Sonra da, üzerinde sesli düşünmeye başlayalım...
Sahihi Buhari’de ve Sahihi Müslim’de nakledilen hadîs-î şerîf şöyle:
“Rasûlü Ekrem sallâllâhu aleyhi vesellem, evvela gerçekleşen rüyalar görmeye başlamıştı...
Bir rüya görmezdi ki, fecri sâbit gibi zuhur etmiş olmasın...
Sonra halvetten hoşlanır oldu... Hıra tepesindeki mağaraya çekilip, birçok gece, orada kulluk ederdi! Bunun için de, azığını yanında götürürdü...
Sonra tekrar Hazreti Hatice’nin yanına gelir, bir miktar azık alır, gene giderdi...
Nihayet bir gün Hıra tepesindeyken, O’na, Hak geldi!..
Şöyle ki...
Kendisine, bir melek geldi ve “İKRA” - “OKU” dedi... O da...
− Ben OKUYANLARDAN değilim!.. cevabını verdi.
Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Bu cevap üzerine melek hemen beni tuttu ve vücudumu sarıp öylesine sıktı ki, takatim neredeyse tükeniyordu...
Sonra gene salıverdi ve;
− İKRA (OKU)!.. dedi.
Ben de:
Ben okuyanlardan değilim, dedim...
Der demez beni yine tuttu ve öyle bir sıktı ki, canıma tak dedi... Ve salıverdi ve tekrar;
− İKRA! dedi...
Ben de yine;
Okuyanlardan değilim, dedim...
Binâenaleyh, beni üçüncü defa, yine sıktı, sonra bıraktı ve derhâl:
OKU!.. Seni halkeden Rabbinin adıyla OKU!..
Âyetlerini okudu...”
Bundan sonra Rasûlullah evine avdet etti... Yüreği oynuyordu!.. Hazreti Hatice’nin yanına girdi; “Beni örtün, örtün” dedi... Örttüler!
Nihayet heyecanı geçti, o zaman Hazreti Hatice’ye durumu anlatıp;
Kendimden cidden korktum! buyurdu...
Hatice:
− Hayır, vallâhi Cenâb-ı Allâh hiçbir vakit seni perişan etmez... Sen, akrabana iyilik eder, külfetlere tahammül edersin, yoku kazanır, yoksulu kazandırırsın... Misafire ikram eder, ihtiyaç duyanlara yardım edersin...
Ve bundan sonra, onu alıp, amcazadesi Meleketül Nevfel’e götürdü.
Varaka adıyla da bilinen Nevfel cahiliyet zamanında iken, Nasraniyeti kabul etmiş bir zât idi... İbranice yazmasını bilir ve ilâ mâşaAllâh İbranice İncil yazardı...
Artık pek ihtiyarlamış ve âmâ olmuştu...
Yanına varınca Hatice:
Amcazadem, bak biraderzadeni bir dinle... dedi.
Varaka sordu:
− Biraderzadem ne görüyorsun?.. dedi.
Rasûlullâh gördüklerini anlattır... Bunun üzerine Varaka;
− Bu o namustur ki, Cenâb-ı Allâh, Musa’ya indirmiş idi! Ne olurdu ben genç olsaydım ve kavminin seni çıkaracağı zaman sağ olaydım!.. dedi.
Rasûlullah sordu;
− Acayip! Onlar beni çıkaracaklar da mı?.. Varaka;
Evet senin getirdiğin gibi bir şeyi getiren hiçbir insan yoktur ki, düşmanlığa maruz kalmasın ve bulunduğu yerden çıkartılmasın... Eğer o gününe yetişirsem, herhâlde sana kaviyen yardım ederim… dedi.
Bu olay gerçekleştikten kısa bir süre sonra gene hitap gelmişti...
Bu tekrar, Hazreti Rasûlullâh’ı gene çok korkutmuştu...
Rasûlü Ekrem, Hazreti Hatice’ye geldi ve şöyle dedi:
− Ben halvette yalnız kaldığım zaman, bir hitap işittim! Vallâhi bunun bir emir olmasından cidden korktum...
Hatice cevap verdi:
− Maazallâh, sana Allâh’tan korkulacak bir şey gelmez! Sen emaneti korursun, akrabana iyilik edersin, doğru söylersin... dedi ve böylece onu teskin etti...
Sonra Ebu Bekir geldi... Rasûlullâh yoktu o sırada...
Hatice, Rasûlullâh’ın sözlerini Ebu Bekir’e anlattı ve:
− Muhammed ile beraber Varaka’ya git! dedi...
Rasûlullâh gelince, Ebu Bekir onu tutup;
− Hadi bizi Varaka’ya götür... dedi.
Ebu Bekir böyle deyince, Rasûlullâh sordu...
− Kim söyledi bunu sana?
Bunun üzerine O da;
− Hatice!.. dedi.
Birlikte Varaka’ya gittiler ve olayı anlattılar...
Rasûlullâh şöyle dedi:
− Yalnız halvette iken, arkamdan, yâ Muhammed yâ Muhammed diye bir nida işitiyorum... Ve hemen koşup kaçıyorum...
Varaka cevap verdi:
− Öyle yapma!.. Geldiği zaman söyleyeceğini iyice anlayana kadar bekle ve iyi dinle... Sonra da ne dediğini gel bana haber ver!.. dedi.
Daha sonra Rasûlullâh halvete çekildiğinde bu defa şöyle hitap geldi:
− Yâ Muhammed, şöyle de:
“Bismillâhirrahmânirrahıym
El Hamdu Lillâhi Rabbil âlemiyn” diyerek “ve laddaalliyn”e kadar vardı... Ve bir de:
“Lâ ilâhe illâllâh” diye ilave etti...
Bunun üzerine, o da gelip, bu olan biteni Varaka’ya nakletti!
Bunun üzerine Varaka da şöyle dedi:
− Müjdeler olsun sana!.. Ben şehâdet ederim ki, Sen ibni Meryem’in tebşir ettiği Zât’sın! Ve sen, Musa’nın namusu gibi bir namus üzeresin... Sen Nebiyyi Mürsel’sin ve cihada memur olacaksın!..”
Şimdi burada görülüyor ki, ilk nâzil olan âyet; yani Hazreti Muhammed’e gelen ilk emir “OKU” emri yani “İKRA”...
Ve geçmişteki hemen hemen çok büyük bir grup İslâm âlimleri bu konuda ittifak üzereler...
Bunun akabinde gelen âyetlerde “Besmele” ile birlikte “Fâtiha” yani “El Hamdu Lillâhi Rabbil âlemiyn” diye başlayan yedi âyet!.. İlk sûre!
İş böyle olduğuna göre...
Burada düşünülmesi gereken ilk konu, “OKU” kelimesinin neye işaret ettiğidir!
Eğer, bizim klasik mânâda anlayışımız üzere bir “OKUMAK” ise burada murat olan; bunun için eline bir kitap verilmesi, O’nun da eline aldığı bu kitabı okuması gerekirdi...
Oysa eline böyle yazılı bir metin verilmiş değildi!... Ne bir sahife hâlinde, ne bir parşomene veya deriye yazılmış bir metin kendisine verilmiş değildi! Yazılı bir metin verilmediğine göre de, burada bizim, klasik anlamda değerlendirdiğimiz biçimde bir “okumak” söz konusu değildir…
Bu takdirde, “OKU” sözünün mânâsını nasıl anlamak ve değerlendirmek durumundayız?..
Okunacak herhangi bir metin olmadığına göre, kendisinden neyi “OKU”ması talep ediliyordu?..
Ne, nasıl okunacaktı?..
Bunu anlayabilmek için, meseleye çok geniş bir perspektifle bakmak zorundayız!..
Yani... O zamanda, toplumun hangi şartlar içinde yaşadığına; neye nasıl inandığına; ve ne tarz düşünce yapısına sahip olduğuna bakmak lazım...
Bilindiği gibi, o devirde Kâbe’de 360 adet “sanem” yani “put” vardı! Ve insanlar pek çok tanrılara tapıyorlardı...
İnsanların bir kısmı, kimisi yeryüzünde kimisi semâda mekân tutmuş, Dünya’yı yönettiğini tasavvur ettikleri tanrıları varsayıyorlar; onları övüp yüceltmek suretiyle de kendileri için bir menfaat umuyorlardı!
Varsaydıkları tanrıları ile olan diyalogları neticesinde, onlara yönelik olarak ortaya konulan çok değişik fiiller mevcuttu... Adaklar, kurbanlar, tapınmalar, yalvarıp yakarmalar!
O devirde, içinde yaşadıkları toplum gibi düşünmeyen, saneme tapınmayan; semâda bir tanrı düşünmeyen; ancak ve
sadece yerleri ve gökleri meydana getiren sonsuz-sınırsız yaratıcı bilinçli güce inanan sekiz-on kişilik de bir grup vardı...
Bunlara, “HANÎF”ler deniliyordu!
“HANÎF” diye adlandırılan bu küçük grubun üyelerinden birisi Hazreti Ebu Bekir, bir diğeri de Hazreti Muhammed Mustafa idi!
Varlığın ve yaşamın içinde gökte bir tanrının yeri olmadığını tespit eden Hazreti Muhammed (aleyhisselâm), konuyu tam anlamıyla çözüme ulaştıramamanın getirdiği bir sıkıntı içindeydi!.. Bu sıkıntı, O’nun yaşamını oldukça önemli bir şekilde etkilemeye başlayınca, ticareti yanındakilere bırakarak, az bir azık alıp, bir mağarada inzivaya çekilmek ve orada derin tefekküre girmek zorunluluğunu hissetti!
Ve bir gün...
Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm), içinde bulunduğu mağarada MUTLAK GERÇEĞİ bulmak için çeşitli düşünsel çalışmalar yaparken; bir gün ansızın hayatının dönüm noktasını oluşturan olağanüstü olayla karşılaştı.
Karşısına aniden bir “melek” çıktı ve O’nu şiddetle “SIKTI”; sonra da;
− İKRA - OKU!.. dedi...
Burada, kendisinden istenilen şey, “OKU”ması idi!..
5
^
“ÜMMΔler KİMLERDİR?
Neyi..?
Hazreti Muhammed kendi beyanına göre, “oku”yamıyordu!..
“OKU”ması gereken şeyi “OKU”yamıyordu!.. Çünkü, “ÜMMΔ idi!..
“ÜMMΔ ne demekti?..
Birbiri ardında yazılı olan harfleri okuyamamak mı?..
Esasen, Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Araplar bu konuda iki sınıfa ayrılıyorlardı:
1- “EHLİ KİTAP”... Yani okuyanlar!.. Yani, Tevrat ve İncil’i okuyanlar ve yazanlar…
2- “ÜMMÎLER”... OKUMAYANLAR!.. Yani, Tevrat ve İncil’i okumayanlar -yazmayanlar- yani yazı yoluyla çoğaltılmasında görev almayanlar…(1)
(1) Burada detayına ve açıklamasına girmek istemediğim bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum...
Yazarak çoğaltma olayı geçmiş topluluklarda, teknik yazı imkânları gelişmemesi sebebiyle elle devam ettiği gibi; çağımızda dahi, gerekçesi bilinerek ya da bilinmeyerek, gelişen yazım teknolojisine rağmen “elle” yazıma özel bir önem verilmekte ve bu yola devam edilmektedir...
Mesela, günümüzdeki bir dinsel grubun içinde “yazıcılar” denilenleri vardır; bunlar bütün gelişmiş yazı tekniklerine rağmen gene de elleyazmaya devam etmektedirler... Gene bu cümleden olarak, günümüzde “UZAYLILAR” ile görüştüklerini sanan bir grubun aldıkları tebliğleri mutlaka “el yazısıyla çoğaltmak” ve yaymakla görevlendirilmeleri... Keza “RUHLARLA” görüştüklerini zanneden nice Türkiye içi ve dışı grupların aldıkları tebliğleri “el yazısıyla” çoğaltma ve yayma görevlerinin benzerliği üzerinde durmak ve bu konuyu araştırmak gerekir kanaatindeyim...
Kur’ân-ı Kerîm, o gün yaşamakta olan Arapları ve diğerlerini, Tevrat ve İncil’i okuyanlar ve okumayanlar olarak ikiye ayırıyor; ve bu kitapları okumayanları ise “ÜMMΔ olarak nitelendiriyordu.
Bu husustaki yaklaşım şuydu…
Bir kısım insanlar vardı ki, bunlar sadece Tevrat’ı veya hem Tevrat’ı hem de İncil’i okuyor; ve dahi bazıları, bu kitapları yazarak çoğaltmayı görev biliyorlardı...
Bir kısım insanlar ise bu kitapları okumuyorlar ve Kâbe’deki çeşitli putlara tapıyorlardı...
Pek küçük bir grup da, ne kitapları okuyup-yazarak çoğaltıyor; ne de putlara tapıyorlardı; ki bunlara da “HANÎF”ler denmekteydi...
İşte gerek Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm), gerekse Ebu Bekir es Sıddîk bu “HANÎF”ler grubuna dâhil olarak, “ÜMMΔler diye adlandırılan ve “EHLİ KİTAP” olmayan kimselerdendi! Yani, Tevrat ve İncil’i okuyup-yazmışlardan değillerdi!
Bu sebepten dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de ilgili âyetlerde Efendimiz Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’a;
“…ÜMMÎ NEBİ OLAN O RASÛL’E Kİ...” (7.A’raf: 158)
Diye tavsif edilip;
“…EHLİ KİTAB’A VE ÜMMÎ OLANLARA DE Kİ…” (3.Âl-u İmran: 20)
“SEN O’NDAN (inzâl ettiğimiz BİLGİden) ÖNCE (Tevrat, İncil gibisinden) BİR KİTAP OKUMUYOR VE ONU SAĞ ELİNLE DE YAZMIYORDUN...” (29.Ankebût: 48)
diye de hitap edilmekteydi!
Şayet dikkatle ve peşin hükümsüz olaya yaklaşırsak, görürüz ki, sadece “ehli kitaba ve ümmî olanlara sor” âyeti dahi, o gün için yaşayanların, Kur’ân anlayışında ikiye ayrılmış olduğunu; Tevrat ve İncil’i okuyanların “Ehli kitap”; buna karşılık Tevrat ve İncil okumamış olanların ve bunlara inanmayanların da “Ümmî” diye adlandırıldıklarını rahatlıkla fark ederiz!
Kurân’da Hazreti Rasûlü Ekrem’e “Sen ümmîlerden olduğun hâlde onlara Kitabı ve Hikmeti öğretirsin” gibi tanımlamanın getirilmesinin mânâsı ise şudur:
“Sen, daha önce Tevrat ve İncil’i okumadığın hâlde, bu Kutsal Kitaplarda yazılı olan bilgilere uygun bir şekilde, geçmiş olaylara dair haberleri onlara ulaştırmaktasın!..
Bu da senin, O Kitapların kaynağından bu haberleri aldığını, yani vahye dayalı bir biçimde, Nübüvvet görevi dolayısıyla diğer Nebiler gibi aynı kaynaktan beslendiğini ispat eder!
Şayet sen Ümmî olduğun, yani daha önceden Tevrat ve İncil’i okumamış olduğun hâlde, O kitaplarda yazılı olanları biliyor ve onlara anlatıyorsan, bu demektir ki, sen de bir Nebi olarak Musa ve İsa’nın aldığı kaynaktan vahiy almak suretiyle gerçekleri toplumuna iletiyorsun!”
Yani, netice olarak burada ortaya çıkan gerçek şudur ki…
O devirde insanlar “Ehli Kitap” ve “ÜMMΔler olarak ikiye ayrılmaktaydı;
İncil ve Tevrat’ı okuyanlar ve elle yazarak çoğaltılmasında görev alanlar, “EHLİ KİTAP”; buna karşılık bu kitapları yazmayanlar, ve dahi okumamış olanlar da “ÜMMΔler olarak isimlendiriliyordu...
Hazreti Muhammed Mustafa dahi bu kitapları okumamışlar grubundan bir fert olarak genel tanımlama içinde “ÜMMΔ diye nitelendiriliyordu!.. Bu bir...
Bir de işin diğer yanı var;
“OKU”MA ya da “OKUYAMAMA” kavramlarının burada taşıdığı anlam!..
“İKRA” yani “OKU” hitabında işaret edilen mânâ neydi acaba?..
“İKRA” sözünün Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’a söylendiği anı, yeri ve şartları göz önüne getirelim...
Yer, Hıra Tepesindeki bir mağaranın önü! Zaman, yaklaşık 1400 küsur yıl evveli! Ve elde olan hiçbir yazılı metin yok!
Şimdi bu hususa lütfen çok dikkat edin!
Cebrâil isimli melek tarafından, Hazreti Muhammed Mustafa’ya hitap ediliyor:
− İKRA yani “OKU”!
Ama bu hitapla birlikte de olsa, eline hiçbir yazılı metin verilmiyor!..
Şayet bir yazılı metin verilse idi!.. Ama kağıt üzerine; ama deri üzerine; ama kemik üzerine; ama taş üzerine; her ne üzerine yazılı bir metin olursa olsun; şayet bir yazılı metin verilmiş olsaydı..!
Ve Hazreti Muhammed de buna karşılık;
“Ben ümmîyim, onun için bunu okuyamam” deseydi; bu olayı Hazreti Muhammed’in bildiğimiz anlamda okuma-yazma bilmeyişine işaret olarak alabilirdik belki!.. Ancak ne var ki, olay asla böyle cereyan etmiyor!
Cebrâil (aleyhisselâm)’ın;
− İKRA!.. Yani, “OKU” hitabına, Hazreti Muhammed şu cevabı veriyor:
− Mâ ene bikariyyun!
− OKUYABİLENLERDEN DEĞİLİM! (2)
(2) Bakınız: Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dilitefsiri cilt 8...
Burada önce şu hususa dikkatinizi çekelim...
Bir kişiye durup dururken “OKU” deseniz, bu isteğe karşı alacağınız cevap kim olursa olsun, şu olacaktır:
− Neyi okuyayım?..
Çünkü, o kişi sizin neyi oku dediğinizi bilmediği için tabii olarak neyi okumasını istediğinizi soracaktır...
Şayet, “OKU” hitabına karşılık olarak, “NEYİ OKUYAYIM” sualiyle karşılaşmamışsak; bu durum bize şunu gösterir:
Hitap edilen kişi, kendisinden neyi okuması istenildiğini bilmektedir!
Evet, nitekim Hazreti Muhammed dahi, kendisine “İKRA” yani “OKU” dendiğinde, neyi okuması gerektiğini biliyordu!
Ancak ne var ki, “OKUYAMIYORDU”!
Bu “okuyamama”nın anlamı yazılı herhangi bir metni eline alıp da harfleri deşifre edememek değildi!
“Okuma-yazması olmamak” anlamında okuyamamak değildi!
Öyle ise neydi?..
6
^
“OKU”YABİLMEK
Evet, o ana kadar “okuyamamış”...
“Okuyamamanın” sıkıntısı içinde olan...
“Okumak” için aylar boyu mağaraya inzivaya çekilen Hazreti Muhammed Mustafa’nın “okumak” istediği şey ne idi?
Ayrıca, burada bir de şunu hatırlayalım...
Söz konusu edilen şey, şayet bildiğimiz basit mânâda okuma-yazma olsaydı...
Okuma-yazma bir mağaraya çekilmek suretiyle tek başına mı öğrenilir?..
Yoksa, okuma-yazma bilen bir kişinin karşısına geçilip, ikinci bir şahıstan mı elde edilir, toplum içersinde!..
Üstelik bir de bu kişinin yıllardır ticaretle, hesap-kitapla uğraştığını düşünürsek!..
Geçmişte, birtakım insanlar, olayın derinliğine girmedikleri için, ancak okuma-yazması olmayan bir Nebi’nin tebliğ edeceği Kurân’ın mucize olacağını sanmışlar; ve dolayısıyla da işin derinliğine hiç inmeden; hatta bazı gerçeklere giden yolları dahi tıkayarak; “okumak ve yazmak bilmeyen” anlamına bir “ÜMMÎ NEBİ” kavramına saplanıp, herkese bu imajı yerleştirmişlerdir...
Zannetmişlerdir ki, böylelikle Allâh Rasûlü daha bir büyüyecektir!!!
Bu Hazreti Rasûlü Ekrem’in getirdiklerinin, bildirdiklerinin azametini ve O’nun gerçek büyüklüğünü kavrayamamanın sonucudur!
Onların anlayışına göre, çöl ortasından çıkan bir Nebi okuma-yazma bilmemelidir, ki getirdiği bilgiler, açtığı yepyeni düşünce ufukları mucize sayılabilsin!!!
Sanki bu Nebi, okuma yazma bilseydi, getirdikleri mucize olmazdı!!!
Bu tartışma sırasında şunu da dikkatimizden kaçırmayalım...
Biz, MUHAMMED MUSTAFA’nın “RASÛLULLÂH VE SON NEBİ” olduğuna iman etmekle mükellefiz!.. O’nun okuma-yazma bilmesinin ya da bilmemesinin iman şartları ile de hiçbir ilgisi yoktur...
Esasen takip eden sayfalarda göreceksiniz ki, zaten olayın “bizim bildiğimiz anlamda okur-yazar olmakla” dahi hiçbir ilgisi yoktur!
Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın “ÜMMΔ oluşunun anlamı, onun “ehli kitap” olmayışıdır! Bu, konunun zâhirdeki anlamıdır!..
Yani, Yahudi veya Hristiyan dinine mensup iken, daha sonra Nebi olup da yeni bir din getirmemiştir.
Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın “ÜMMΔ oluşunun bir de bâtınî yani iç ya da “SIR” anlamı vardır; ki bu çok daha önemlidir!
7
^
“HANÎF” İNANCI
Hazret Muhammed (aleyhisselâm) “ÜMMΔ olmasının; yani, hâlâ kitabı “okuyamamasının” sıkıntısı içindeydi!
Bu sıkıntı öylesine büyük boyutlara ulaşıyordu ki; günlerle, haftalarla kimseyi görmüyor, görmek istemiyor; sadece düşünce dünyasındaki o muazzam sorunu nasıl çözebileceğini düşünüyordu...
Zira, kafasında oluşmuş bulunan suallerin hiçbirinin cevabını sözü edilen dinlerde ve putperestlikte bulamıyordu!
Orijinal düşünce şekli kaybolmuş Yahudilik veya Hristiyanlık ile, düşünen insana hiçbir şey vermeyen ilkel PUTA TAPARLIK, o devirde dahi Hazreti Muhammed Mustafa, Ebu Bekir gibi bazı Zevâta hiçbir şey ifade etmiyordu...
O yüzden de, bu zevât “EHLİ KİTAP” dışındaki “ÜMMΔler sınıfında yer alıyorlardı...
Ne var ki, iş bu kadarla kalmıyor, “EHLİ KİTAP” içinde yer almadıkları gibi, puta taparlar arasında da bir yerleri bulunmuyordu!.. Çünkü “ÜMMΔler arasındaki “HANÎF”ler grubunu oluşturuyorlardı…
“HANÎF”ler... Dini İbrahim, yani “Tevhid” anlayışı üzerine olanlardı!..
Bize ulaşan bilgilere göre...
İDRİS Nebi, görev süreci içinde, insanlara, yeryüzünde olup-bitenler üzerinde gök cisimlerinin tesirlerinden bahsetmiş; yani “BURÇLAR iLMİNİ” açıklamıştı...
Ancak, kendisi bu açıklamayı yaparken, elbette ki bütün bu güçlerin idaresinin de Allâh’ın ilim, irade ve kudretiyle meydana geldiğini bildiriyordu...
“ASTROLOJİ” yani eskilerin deyişiyle “BURÇLAR İLMİ” denilen sistem, İDRİS (aleyhisselâm) tarafından açıklandıktan sonra; derin düşünce yeteneğinden mahrum insanlar, olayın kökündeki ve sistemdeki ana güçten perdelenerek; tesirlerini kesinlikle tespit ettikleri “BURÇLAR” ilmine sarılıp, her şeyin yaratıcısı ana kudret olarak yıldızları kabullendiler!
Bu yanlış tespit, daha sonraları, dar görüşlü insanların, bu gök cisimlerini “TANRILIK TAHTINA” oturtmalarına; ve böylece birer tanrı kabul ettikleri gezegen ve burçlara tapınmaya kadar uzandı!
Esasen her Nebi’nin getirdikleri, o toplum içindeki dar görüşlüler tarafından zaman içinde saptırılmış, sistem içindeki doğruluk noktasından kaydırılarak; lokalize doğruluk veya yerel doğruluk noktasına oturtulmak suretiyle deforme edilmiştir...
İşte, “BURÇLAR İLMİ”nin (astroloji) konusunu oluşturan ALLÂH’ın varediş sistemi içindeki bu mekanizmanın yanlış kavranılması sonucu; gök cisimleri, toplumlar tarafından tanrılaştırılmaya başlanınca, bu kavramlar adına putlar yapılmaya başlanmış ve nihayet Ay’ın, Güneş’in, yıldızların birer tanrı oldukları ve bunlara tapınılması görüşü o devir toplumlarına yerleştirilmiştir...
Böyle bir akış içinde iken insanlar, bu defa İBRAHİM Nebi gerçekçi düşünce yoluyla bu yıldızların, Ay’ın, Güneş’in tanrı olduğu yolundaki iddiaların üzeride derin düşünceye girmiş ve bunların tanrı olamayacağı gerçeğine ulaşmıştır...
Bu eriştiği gerçek neticesinde de hâlini şöyle dile getirmiştir:
“İnniy veccehtü vechiye lilleziy fetaresSemâvati vel Arda Haniyfen ve ma ene minel müşrikiyn”
“MUHAKKAK Kİ BEN VECHİMİ (bilincimi) HANÎF (tanrı objesiz) OLARAK, SEMÂLAR VE ARZIN FÂTIR’INA (her şeyi yaratış amacına göre programlayarak Yaratan’a) YÖNELTTİM... BEN MÜŞRİKLERDEN DEĞİLİM!” (6.En’am: 79)
“VECH”, “yüz” anlamına gelir... Ama bildiğimiz “surat” ya da “sîma” yani “sûret olarak görünen yanımız” kastedilmiyor burada! “İÇYÜZ”ümüzdür bahis konusu olan!
Mesela bir insan için deriz ki “ikiyüzlü”! Burada anlatılmak istenen “ikiyüz” nedir?.. Diyelim ki, iki kişilik… Ya da “binbir yüzlü” deriz... Yani, çok kişilikli anlamına!..
“VECH”, “kişilik yüzü” anlamına kullanılmaktadır burada... Buna, “manevî yüz” de denebilir!.. Keza, kişinin “düşünsel kişiliği” de demek uygundur... Ya da, başka bir ifade ile, “şuursal kişilik” de diyebiliriz!..
Öyle ise, İbrahim (aleyhisselâm)’ın “vechimi” deyişini, “düşünsel kişiliğimi” gibi anlayıp;
− Düşünsel yapımla, O manevî VARLIĞA döndüm ki, gökteki bütün yaratılmışların ve yeryüzündekilerin “FÂTIR”ı O’dur!..
Şeklinde de bu ifadeyi deşifre edebiliriz...
8
^
“FÂTIR” ve FITRAT DİNİ
Evet, devam edelim...
“FÂTIR”..?
Bu kelimenin anlamına girmeden önce, hemen iki âyeti hatırlayalım; ve bu âyetler ışığında “HANÎF” ve “FÂTIR” kelimelerinin işaret ettiği mânâyı fark etmeye çalışalım...
Anlattıklarımıza kaynak olarak Diyanet İşleri’nin bastırtmış olduğu Elmalılı Hamdi Yazır merhumun “Hak Dini Kur’ân Dili” isimli tefsirinden yararlanıyoruz...
Feekım vecheke liddiyni haniyfa* fıtratAllâhilletiy fetaren Nase aleyha* lâ tebdiyle li halkıllâh* zâliked diynül kayyimü, ve lâkinne ekseranNasi lâ ya’lemun.(30.Rûm: 30)
O hâlde yüzünü dine bir HANÎF olarak tut; o ALLÂH FITRATINA ki, insanları onun üzerine yaratmıştır, ALLÂH yaratışına bedel bulunmaz, doğru ve sâbit din odur, velâkin insanların ekseriyeti bilmezler!..
Bu mefhum ile örfte İbrahim milletine ismolmuştur ki, “HANÎF”, başka dinlerden, bâtıl mâbudlarda çekinip, yalnız Allâh’a eğilen muvahhid demektir...
Sen yüzünü dine HANÎF olarak tut...
Allâh’ın FITRATINA! Yani FITRAT OLAN ALLÂH DİNİ’NE; ALLÂH’ın o fıtratına, o yaratışına sarıl…
FITRAT DİNİ, ALLÂH DİNİ, HANÎFLİK, İSLÂM’dır!..
DİN, FITRATI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEĞİL, FITRATTAKİ UMUMİ SELÂMETİ İNKİŞAF ETTİRMEK iÇİNDİR...
Velâkin insanların çoğu bunu bilmezler, dini fıtratta değil, âdette ararlar veya hevâlarına uyarlar...
Dinin iki kaynağı vardır…
Biri fıtrat, biri kesib...
Fıtrat, sırf ilâhîdir. Bir sevki Hak’tır!.. Kesb, enfüsî âfakî muhtelif şerait içinde hissin teheyyücleri, zihnin tefekkürleriyle alâkadar olduğundan fıtratın istikametine muhalif hevâlara, zararlara, haksızlıklara, isyan ve şirke sürükleyebilir...
“Her doğan fıtrat üzere doğar.” hadisi Ebu Hureyre’den...
“Fâtır Allâh insanları o fıtratla oluşturmuştur ki, hepsi de yaratılışları itibarıyla Allâh dini üzeredirler.” hadisi Enes radıyallâhu anh’tan bize naklolmuştur...
Fıtrat, ilk yaratmak demek olan yaratılışın ilk tarz ve heyetini ifade eder.”
Şimdi bu açıklamalar ışığında geniş planda olayı görmeye çalışalım…
Acaba niçin âyette “HÂLIK” kullanılmamıştır da “FÂTIR” kullanılmıştır... Aradaki fark nedir? Özellikle bu âyette niçin “FÂTIR” seçilmiştir?
“HÂLIK”; Türkçedeki karşılığıyla “YARATAN” anlamınadır... “Öyle bir şey ortada yok iken, o şeyi vareden, ortaya çıkartan” anlamınadır...
Ama, nasıl, hangi ölçüde, hangi gayeye yönelik olarak dedik mi, burada karşımıza “FÂTIR” çıkar...
“TAKDİR, tasarım, planlama, düzenleme, ölçümleme, zamanlama, sıralama” gibi “yaratma” öncesi kavramlarla birlikte “yaratma” söz konusu olduğunda, hep aynı anlama işaret eden şu isimle yüzyüze geliriz... “FÂTIR”!
“FÂTIR”, dilediğini gerçekleştirmek üzere, birimleri o gayeyi oluşturacak biçimde yaratandır!..
“Fıtrat dini” ise, yaratılış programına kayıtsız şartsız uyum zorunluluğudur!..
“Sonra duhan (şekillenmemiş fıtrî benlik) hâlindeki semâya (bir kısım Esmâ mânâlarını açığa çıkarmak suretiyle) yerleşerek, ona (şuura) ve arza (bedene) dedi ki: “İsteyerek yahut zorunlu olarak gelin (Esmâ’mın gereğini açığa çıkarın) ikiniz!” İkisi dediler ki: “İsteyerek, itaat ediciler olarak geldik!” (41. Fussilet: 11)
Göklerin ve yerin “FÂTIR”ının ALLÂH olup; onları “fıtrat” üzere yaratmış olduğunu düşünürsek; elbette ki, onların, fıtratlarına göre yaratılış görevlerini, yerine getirmemeleri düşünülemez!..
Nitekim, aşağıdaki âyet de, her şeyin, fıtratları sonucu olarak kendi varoluş programları doğrultusunda fiiller ortaya koyduğuna işaret eder..
“Kul küllün ya’melu alâ şakiletih…”
“De ki: ‘HERKES YARATILIŞ PROGRAMI (fıtratı - şâkılesi) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYAR!..’” (17.İsra’: 84)
Yani, “ALLÂH”ın “FÂTIR” olması, tüm canlı ve cansız diyerek bize göre ayırım yaptığımız varlıkların, yaratılış programları gereği olarak “kulluk” etmekte oldukları sonucunu ortaya koymaktadır...
Bu konuya en büyük açıklığı getiren şu âyeti hemen hatırlayalım:
“Ve kada Rabbüke elle ta’budu illâ iyyahu…”
“RABBİN, SADECE O’NA KULLUK ETMENİZİ HÜKMETTİ…” (17.İsra’: 23)
Şimdi burada dikkat edelim;
“RABBİN HÜKMETTİ” denilmekte...
Peki, “RAB”bin “HÜKMÜ” yani “KAZASI” değişebilir mi?..
Hemen Hazreti Rasûlülllah (aleyhisselâm)’ın duasını hatırlayalım:
“Allâhumme lâ mânia lima a’teyte, ve lâ mutıe limâ manâ’te, ve lâ râdde limâ kadâyte!”
“Allâh’ım, verdiğine mâni olamaz; vermediğini verecek de yoktur; KAZAnı yani HÜKMÜNÜ reddedecek yani değiştirecek, bir güç de mevcut değildir...” (Hadis)
Yani, “RAB”bin “KAZASI”=“HÜKMÜ” asla değişmez! Ve kesinlikle yerine gelir!
“SEMÂLARDA (bilinçli) VE ARZDA (bedenli) KİM VARSA, O’NUN İÇİNDİR... HEPSİ O’NA İTAAT HÂLİNDEDİR.” (30.Rûm: 26)
Eğer Allâh, kendinden gayrıya kulluk edilmemesini hükmetmiş ise -ki böyledir- artık hiçbir birimin, O’ndan gayrına kulluk etmesi mümkün olmaz!
Ki, geçmişte yaşamış değerli “öze ermişlerden” birisi bu konuda şunu söylemiştir:
“Allâh, kendisinden gayrına kulluk edilmemesini KAZA ettiği içindir ki, bütün varlıkları kendi Esmâsıyla yaratmıştır!.. Tâ ki, kim, neye kulluk ederse etsin, gerçekte, hep, daima, bütün kulluklar O’na yapıla!..”
İşte “FÂTIR”, gökleri ve yeri hangi gaye uğruna, hangi işlevi yerine getirmek için programlayarak yaratmış ise, o yaratılmış olanların da o gayenin dışına çıkan işleri yapması asla mümkün olamaz!..
Şimdi İbrahim (aleyhisselâm)’ın “ALLÂH”a yönelişindeki bilinci ifade şekline dönelim:
Şuurumu (vechimi) semânın ve arzın FÂTIR’ı olan Veche döndürdüm!..” (6.En’am: 79)
Yani, “Fark ettim ki, göklerde ya da yerde tanrılığı-ilâhlığı kabul edilesi bir nesne yoktur ki, ben onu put edinip, ona tapınayım!.. Bu sebeple, ben şuurumla, gökleri ve yeri dilediği şekilde meydana getirip onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan FÂTIR’a yöneldim...”
“HANÎFEN...” (6.En’am: 79)
“HANÎF” olarak! Yani, göklerde ya da yerde “tapınılacak bir tanrı olmadığı” bilinci içinde! Putları, tanrıları kabul edemeyecek bir idraka ermiş olarak... Tüm varlığı, tüm evreni, tüm sistemi, tüm düzeni dilediği gibi ve hükmü her an geçerli bir şekilde vareden sınırsız ilmi ve gücü idrak ettiğim için, ötede tapınılacak bir tanrı olmadığı bilincinde olarak!..
“Müşriklerden değilim!..” (6.En’am: 79)
“ALLÂH, VÂHİD-ül AHAD” olduğu hâlde; ben “Allâh yanı sıra tanrı kabul edenlerden” değilim!.. Mutlak varlık, “ALLÂH” olduğu hâlde; ben, tanrı kavramını kabul edenlerden ve böylece de şirke düşenlerden değilim!.. “ALLÂH” yanı sıra TANRI kabullenmek, ya gökte ötede birini kabullenmek şeklinde olur, ya da Firavun, Nemrut, Deccal gibi kendilerinin TANRI, RAB olduğunu iddia edenlerin, bu iddialarını kabul etmek suretiyle olur…
9
^
“ALLÂH” İSMİ, “CÜZ” KAVRAMINI KABUL ETMEZ!
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuda nasıl ikaz ediliyoruz:
“Ve ce’alu leHU min ıbadiHİ cüz’a* innel İnsane lekefurun mubiyn”
“O’NA, O’NUN KULLARINDAN BİR CÜZ KILDILAR… MUHAKKAK Kİ İNSAN APAÇIK BİR NANKÖRDÜR!” (43.Zuhruf: 15)
Bakın burası “ALLÂH” kavramı hakkında en önemli açıklamayı getiren âyetlerden birisidir...
“PANTEİST” görüş ile “İslâm’ın VAHDET” görüşü arasındaki korkunç uçurumu ve farkı bilmeyen cahiller; Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın getirdiği ve açıkladığı “ALLÂH” anlayışından tamamıyla uzak bir biçimde konuya yaklaşarak; “ ALLÂH”ı ötemizde bir TANRI olarak tasavvur edip; buradan aramızdan birilerini de sanki O’nun bir CÜZ’Üyani parçasıymış gibi kabullenmektedirler!.. Sanki, ÖTEMİZDEKİ ALLÂH (!) gelip, buradaki birisinin varlığına nüfuz ediyor, yani ortaya çıkıyor da; yukarıda bahsi geçen âyet de bunu iptal ediyor; gibi anlaşılmış bir kısım tefsirciler tarafından...
Kur’ân-ı Kerîm’in ruhuna erememekten oluşan, tamamıyla bir yanlış anlamadır bu!
Hâlbuki yukarıda söz konusu edilen Kur’ân âyeti ile vurgulanan ve mânâsı apaçık bir biçimde ortada olan gerçek şudur:
“Onlardan bazıları ALLÂH’a “CÜZ” isnat ediyorlar!!! Oysa “ALLÂH”, “CÜZ” kavramından berîdir... Yani “ALLÂH” isminin mânâsı “CÜZ” kavramını kabul etmez!.. “ALLÂH”ın “CÜZ”ü olmaz!.. Çünkü “ALLÂH”, biline ki “AHAD”dır; yani “CÜZ”lerden bileşik bir tümel yapı değildir! “ALLÂH” sınırsız varlık olması hasebiyle, kendisinin dışında bir ayrı vücud kavramı kabul etmez; ki artık O’nun “CÜZ’Ü” olan ikinci bir nesne olsun!”
Burayı çok iyi fark etmek ve idrak etmek zorundayız değerli okurlarım...
Şayet “ALLÂH”ın bir mekânı varsa, şayet “ALLÂH”ın bir sınırı varsa, yani “ALLÂH” bir yerde bitiyorsa, elbette ki O’nun bittiği yerde başlayacak olan iri yada ufak birtakım varlıklar olabilir... Ve yahut, O’nun dışında ya da içinde, O’nun CÜZLERİ olabilir!!!
Ancak, “ALLÂH”ın eğer “VÂHİD-ül AHAD” olduğunu fark etmişsek veya idrak etmişsek, hiç değilse böyle olduğuna iman etmişsek, bilmeliyiz ki “AHAD” olan “ALLÂH”, “CÜZ”ü olmaktan değil, “CÜZ” kavramından dahi münezzehtir!..
Nitekim, konu buraya gelince, hemen hepimizin çok iyi bildiği “İHLÂS” Sûresini hatırlayalım:
“De ki: ALLÂH “AHAD”dır!..”
“ALLÂH” isminin işaret ettiği mânâya, müşahedemiz ölçüsünde, ilmimiz yettiğince, “Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı ALLÂH” isimli kitabımızda temas etmiştik...
Burada sırası gelmişken, genelde pek bilinmeyen ve bilgisizlik yüzünden çokça karıştırılan önemli bir gerçeğe değinelim...
10
^
ALLÂH’A NİÇİN “TANRI” DENMEZ?
Biline ki...
Dilimizdeki “TANRI”, “İLÂH”, “MÂBUD” kelimeleri ile bunların İngilizce’deki karşılığı olan “GOD”, Fransızca’da karşılığı olan “DIEU”, Almanca’da karşılığı olan “GOT” kelimeleri hep “TAPINILACAK bir varlık” kavramını ifade eden kelimelerdir...
Yani, insanlar, bu kelimeler ile ÖTEDEKİ bir mâbuda, ilâha, tanrıya işaret ederler!
“ALLÂH” kelimesi ise ÖZEL olarak bir varlığın ismidir; ki o varlığa işaret etmek ve O varlığı tanıtmak için, ya çeşitli vasıflarıyla tarif ederiz; ya da bu vasıflarına çeşitli isimlerle işaret ederiz... Ancak, bütün bu isimler, hep O varlığın, sadece ve sadece çeşitli vasıflarına işaret eder; ve o vasfı yönünden, O’nu tarif eder...
Mesela, bu fakîre “HULÛSİ” derler... Bu isim, O’nun özel ismidir... Herhangi bir lisana bu ismi çeviremezsiniz... İngilizce de olsa, Fransızca da olsa hep gene “HULÛSİ” denmek zorunluluğu vardır...
İşte bunun gibi, “ALLÂH” isminin de, ÖZEL bir varlığın ÖZEL ismi olması nedeniyle, başka bir kelimeye çevrilmesi veya başka bir kelimeyle anılması mümkün değildir...
Esasen yukarıda belirttiğimiz gibi, diğer kelimeler “tanrısallık kavramına” işaret ederken; “ALLÂH” kelimesi ise tamamıyla ÖZEL bir VARLIĞA işaret eden ÖZEL bir isimdir...
Bu sebepledir ki, tanrısallık ifade eden hiçbir kelime, asla “ALLÂH” kelimesinin yerini tutamaz!..
“ALLÂH” yerine “TANRI” kelimesini kullananlar, bunu ya cahillikten, bilgisizlikten kullanmaktadırlar; ya da kavrayış yani idrak yetersizliğinden konuyu değerlendiremedikleri için yapmaktadırlar...
Nitekim, bu konuya, Türkiye’de yazılmış en değerli tefsir olan Elmalılı Hamdi Yazır merhumun “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” isimli eserinde şöyle temas edilmiştir:
Gerek ismi has olsun, gerek ismi âlem, “ALLÂH” ismi celâli ile, yine “ALLÂH”tan başka hiçbir mâbud yad olunmamıştır...
Mesela, TANRI, HÜDA isimleri, “ALLÂH” gibi ismi has değildir... İLÂH, RAB, MÂBUD gibi genel mânâ ifade eden kelimelerdir...
Arapçada İLÂH’ın cemine (çoğuluna) ALİHE, RABBİN cemine de ERBAB denildiği gibi Farsçada da HÜDA’nın cemine HÜDAYAN ve lisanımızda dahi TANRILAR, MÂBUDLAR, İLÂHLAR, RABLER denmiştir; çünkü bunlar haklıya ve haksız ıtlak edilmiştir... Hâlbuki hiç “ALLÂH’LAR” denilmemiştir ve denemez! Böyle bir tâbir işitirsek, söyleyenin cehline veya gafletine hamlederiz!
“TANRI” adı böyle değildir; mâbud, ilâh gibidir... Bâtıl mâbudlara dahi “TANRI” ismi verilir... Müşrikler birçok tanrılara taparlardı... Filanların tanrıları şöyle, falanların tanrıları şöyledir denilir...
Demek ki, “TANRI” ismi geneli, “ALLÂH” ismi özelinin müradifi değildir, en genel bir tâbirdir...
Binâenaleyh, “ALLÂH” ismi, “TANRI” adı ile tercüme olunamaz!(Cilt:1 - Sayfa: 24-25)
İşte, böyle özel bir ismi olan ve “CÜZ” kavramından dahi münezzeh bulunan varlığa kişi “ALLÂH” dediği zamanda, bu kavram yanı sıra bir de “cüz” tasavvur ederse; ya da bir “CÜZ” kabul ederse, bu hangi isim ve kavram altında olursa olsun, o kişi “ALLÂH”a şirk koşmuş olur; yani “ALLÂH” gerçeğini örtmüş ve bir “TANRI” kabullenmiş olur!..
Ki bu durumda da şu âyetle uyarılır:
“ALLÂH YANI SIRA (kafanda) BAŞKA BİR TANRI OLUŞTURMA! YOKSA (şirk anlayışının sonucu) AŞAĞILANMIŞ VE KENDİ BAŞINA TERK EDİLMİŞ OLARAK OTURUP KALIRSIN!” (17.İsra’: 22)
İşte bu konuda ikinci bir uyarı daha:
“ALLÂH YANI SIRA TANRIYA (dışsal güce) YÖNELME! TANRI YOKTUR, SADECE ‘HÛ’” (28.Kasas: 88)
Yani var olan gerçek mutlak varlık “ALLÂH” iken; sen, “ALLÂH” kavramından gaflete düşüp, “ALLÂH” İsmiyle İşaret Edilen varlığı ötende bir TANRI sanıp; böylece bir TANRI edinmiş durumuna düşme!..
Ötede ya da ötende bir tanrı kabul etmek suretiyle, farkında olmadan “ALLÂH” kavramı ve anlamı dışına çıkarak, “tanrı” kavramı içine girersin…
Böylece de Kur’ân-ı Kerîm’in açıklamış olduğu “vahdet” idrakından kendini mahrum etmiş olursun...
Ve böylece de nefsine en büyük zulmü yapmış olursun!..
“…KESİNLİKLE ŞİRK ÇOK BÜYÜK ZULÜMDÜR!” (31.Lukmân: 13)
11
^
İSİM, İSİMLENENİN İÇERİĞİNİ NE KADAR ANLATIR?
Burada çok çok önemli bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum…
İsim; dikkati, düşünceyi bir varlığa yönlendiren kelimedir… Biz bir ismi, üzerinde konuşmak ya da herhangi bir şekilde düşünmek istediğimiz varlık için kullanırız...
“ALLÂH” kelimesi bilindiği üzere bir isimdir! Ve dahi, herhangi bir dile tercümesi, genel dil kurallarına göre mümkün olmayan “özel isim”dir!
“Hulûsi” kelimesi nasıl bu fakîre işaret eden; tanımayan biri için de bu işaretin ötesinde hiçbir şey açıklamayan bir kelime ise; “ALLÂH” ismi de yalnızca bir “özel isim”dir ki, işaret ettiği varlık hakkında hiçbir açıklama getirmez!
İlk defa bu kelimeyi duyan kişi, sadece, bu isimle anılan bir varlık olduğunu anlar! Peki bu ismin işaret ettiği varlık nasıl bir varlıktır?.. Bir tanrı mıdır ya da başka bir şey midir?..
İşte burası, işin en önemli tarafıdır!
Bize, “ALLÂH” ismiyle “O=HÛ” varlığı tanıtan Rasûl Muhammed Mustafa (aleyhisselâm); O isimle işaret edilen varlığın, bir “tanrı”, “mâbud”, “ilâh” olmadığını vurgulamakta; getirdiği açıklamalarla da, “Sizin ilâhınız Allâh”tır, beyanıyla; bizim “ilâh” ya da “tanrı” diye var sandığımız şeyin gerçekte “Allâh” ismiyle işaret edilen varlık olduğunu açıklamaya çalışmaktadır!
“Sizin ilâhınız Allâh”tır demek; “Allâh”ın bir tanrı olduğu yani ilâh olduğu” anlamına gelmeyip; aksine, şu mânâda olarak ifade edilmiştir:
“Siz tanrı-ilâh diye bir şey kabul ediyorsunuz ya… İşte öyle bir şey yoktur!.. Tanrı-ilâh yoktur, “Allâh” ismiyle işaret edilen bir varlık vardır! Bu isimle size anlatmaya çalıştığım “O”, varlığı ve özellikleri itibarıyla, sizin var sandığınız tanrı-ilâh kavramından tamamıyla ayrı bir şeydir!
Öyle ise, bu güne kadar üzerinde düşündüğünüz ve var sandığınız tanrı-ilâh fikrini bir yana koyarak; “Allâh” özel ismiyle işaret edilen varlığın ne olduğunu bir nebze de olsa fark etmeye, tanımaya çalışın!”
Evet, Dünya… Dünya uydusunun tâbi olduğu 1 milyon 303 bin defa daha büyük Güneş adlı yıldız… Güneş gibi 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi… Bu galaksi gibi milyarlarla galaksiyi barındıran varlığını algıladığımız evren… Algılama boyutumuza hitap eden bu evren gibi, sayısız algılama boyutuna hitap eden sayısız evren içre evrenler… Ve nihayet bu sayısız evrenlerin içinde yer aldığı açının “<” yaratıldığı tek “nokta”! Tek “an”! “Dehr”!
İndînde, sayısız “an”lar, “nokta”lar; ve o “nokta”lardan meydana gelen “<” açılar içinde sayısız evren içre evrenler Yaratan varlığa işaret amacıyla kullanılan “ALLÂH” ismi!
Evren içinde, Afrika’daki “tanrıkulu” kabilesinin totemi ne ise…
“Allâh İsmiyle İşaret Edilen”in indînde, insanların tanrı-ilâhı da o işte!
Nerede bugünkü Dünya toplumlarının düşündüğü “tanrı-ilâh” fikri…
Nerede Muhammed Mustafa’nın Kur’ân-ı Kerîm ile açıkladığı “ALLÂH” ismiyle işaret edilen!
Kur’ân-ı Kerîm; şirk ve tanrı-ilâh necâsetinden tâhir olmuş, gerçeği anlamaya gayret eden, düşünen beyin sahibi “insan”lar için gelmiştir!.. “Allâh” ismiyle işaret edileni fark edip kavramaya çalışsınlar ve O’nun gereklerine ve gerçeklerine göre yaşasınlar diye!
İnsansılar ise, elbette güdülecekler ve diğer mahlûkat gibi yaşamaya devam edeceklerdir!
Evet, şirk yani tanrı düşüncesinden berî olan Hz. Muhammed (aleyhisselâm) da işin hakikatini araştırıyordu ki...
12
^
İLK ÂYETLER
İşte, Hazreti Muhammmed (aleyhisselâm), “HANÎF” olarak böylesine düşünceler içinde, gökte bir tanrıya, ya da putlara inanmıyor; tapmıyor; “Allâh”ı anlayıp, idrak edip O’na “kulluğunun” gereğini yaşamayı arzu ediyordu...
Bu varlık, bu âlem, bu sistem, bu düzen nasıl meydana gelmişti?.. Nasıl işlemekteydi?..
Elbette ki, her oluşan şey, ya bir şuurun, ilmin eseridir; bir sistem ile, bir düzen içinde meydana gelmiştir... Ya da, o şeyler kör bir tesadüf eseri oluşmuştur... Ki bunun doğal sonucu da kaostur!
Şayet, bütün göktekileri ve yerdekileri bir düzen, bir sistem içinde yaşamlarını devam ettiriyor olarak algılıyorsak, elbette ki bunları bu şekilde vareden bilinç sahibi bir ZÂT da mevcuttur!..
Öyle ise bu neydi?..
Varlıkta yeri var mıydı?..
Varlıkla ilişkisi neydi?..
“Ben” üzerinde nasıl tasarruf etmekteydi?..
Bu yüce varlığa ermek mümkün müydü?..
Mümkün ise bu nasıl gerçekleşebilirdi?..
İşte böylesine çeşitli düşünsel sorunlar içinde olan ve bunlara çözüm bulamadıkça da iç huzuruna kavuşamayan Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm), bir gün hiç ummadığı bir olayla karşılaştı...
Hıra tepesindeki mağaranın önünde beliren olağanüstü boyutlardaki görüntüsüyle Cebrâil isimli “melek” onu şiddetle sıkarak şöyle dedi:
İKRA!.. yani, “OKU”!
Bu sırada, daha önce de belirttiğimiz üzere Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın eline verilmiş herhangi bir yazılı metin yoktu!..
Eline verilmiş, ya da önüne koyulmuş hiçbir yazılı metin olmadığı hâlde; sormadı Hazreti Muhammed şu soruyu:
− Neyi okuyayım?..
Çünkü, biliyordu, neyi “OKU”MASI gerektiğini!.. Zaten, onu “OKU”yamamasının getirdiği sıkıntı içinde, aylardır bu mağarada âdeta çile doldurmaktaydı!
Bu yüzden, bu sıkıntısını, çaresizliğini dile getirir şekilde cevap verdi:
“Oku”yabilenlerden değilim!.. “Oku”yamıyorum!
Bu cevap üzerine Cebrâil (aleyhisselâm), O’nu tekrar “sıktı” ve uyarısını tekrarladı:
İKRA!..
Ne çare ki, hâlâ “oku”yabilmiş değildi!.. “Oku”yamıyordu! Tekrar cevapladı:
“OKU”yamıyorum!.. “Oku”yanlardan değilim!
Nihayet üçüncü defa “SIKTI” Cebrâil O’nu ve şöyle dedi:
“İKRA’ Bismi Rabbikelleziy halak; Halekal insane min ‘alak; Ikra’ ve Rabbükel Ekrem; elleziy alleme BilKalem; allemel insane ma lem ya’lem!..” (96.‘Alak: 1-5)
“YARATAN RABBİNİN İSMİ (ile işaret ettiği hakikatin olan kuvveler) İLE OKU! İNSANI ALAK’TAN (kan pıhtısı; genlerden) YARATTI. OKU! (Çünkü) RABBİN EKREM’DİR! O Kİ, (O Rabbanî özellikleri ve genetiğini) KALEM OLARAK ÖĞRETTİ (programladı)! (Yani) İNSANA BİLMEDİĞİNİ TALİM ETTİ.”
Şimdi hemen şu âyeti hatırlayalım:
“Ve alleme AdemelEsmâe küllehâ…” (2.Bakara: 31)
“Sonra Âdem’e (Esmâ’nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var edilene) bütün Esmâ’yı (Esmâ ül Hüsnâ’sının anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı).”
Bu iki âyet arasındaki bağlantı noktası nedir?..
Her iki âyet de insanın varoluşundan; ve bu varoluş sırasında insana bahşedilen yüce özellikten söz etmekte...
Şimdi, kitabımızın ana konusunu oluşturan en önemli noktayı açıklamaya çalışalım...
Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’ın eline herhangi bir yazılı metin verilememiş olduğuna göre, kendisine vahiy getiren “melek” neyi “OKU”masını talep etmişti?..
Nasıl okuyacaktı?
Şimdi anlatmaya çalışacağımız şeyleri, çok iyi anlamaya çalışalım...
Hazreti Muhammed, “HANÎF” inancına sahip olduğu için, bir tanrıya tapanlardan değildi. Bir...
İçinde yaşadığı sistemi ve bu sistemi meydana getiren GÜCÜ anlamaya çalışıyordu... İki...
Cebrâil diye bildiğimiz meleğin vahyi ile kendisinde “OKU”ma özelliği oluştu... Üç…
“OKU”masını sağlayan özellik ve güç esasen kendisinde mevcuttu; fakat bunu kullanamıyordu... Dört...
İşte bu şartlar altında Cebrâil diye bildiğimiz “melek” ona “OKU” dedi...
O ise buna cevap verdi:
“OKU”YAMIYORUM!..
Ve Cebrâil isimli “melek” O’nu “SIKTI”!
Şimdi, önce bu noktayı iyi anlamak gerek...
Cebrâil, O’nu “SIKTI” diye anlatılmak istenen nedir?.. Cebrâil, bizim gibi topraktan yaratılmış, yani maddi bedeni olan bir varlık olmadığına göre, bu “SIKTI” işlemini nasıl anlayacağız?
“MELEK”ler, orijin yapıları itibarıyla “NÛR”dan varlıklardır...
“CİN”ler ise “NÂR”dan yaratılmış varlıklardır...
Yani, her iki varlık türü de, bilmekteyiz ki, maddi yapıya sahip değillerdir...
Ve her iki yapı da, bilmekteyiz ki, insanlar üzerindeki etkilerini, beyinlere yolladıkları “ışınsal impuls” larla meydana getirmektedirler...
Bundan önceki kitaplarımızda, insan beyninin kozmik ışınlarla nasıl programlandığından söz etmiştik...
İşte bu kitaplarımızda anlattığımız tarzda, insan beyni her an cinnî ve melekî etkilere açık vaziyette, sürekli olarak etki almaktadır…
13
^
MELEK VE RUH HAKKINDA
Peki, öyle ise “Melek” nedir?..
Bu sorunun cevabını geniş bir şekilde “AKIL ve İMAN” isimli kitabımızın “Meleklere İman” bölümünde vermeye çalıştık...
Ancak burada da, konumuzla yakın ilgisi dolayısıyla, “melek”lerin yapısıyla ilgili olarak, merhum Hamdi Yazır tefsirinde şu bilgiyi veriyor:
...Cinsi melâike, kudret ve tekvini ilâhînin, VAHDETTEN KESRETE TEVEZZÜ’ünü ve onun tenevvüat ve taayyünatı mahsusasını ifade eden mebadii fâile olarak mülâhaza edilmek lazım gelir...
Ve kâinatta hiçbir şey, hiçbir hâdise, hiçbir fiilî hareket tasavvur olunamaz ki, böyle bir risâlet ile vâki olmuş olmasın...
...ve binâenaleyh melâikesiz bir hâdise tasavvuru gayrı mümkündür, melâikesiz bir katra yağmur bile düşmez...(Cilt: 1, Sayfa: 303)
Şu da anlaşılır ki, melâikeye olan kelâmın hakikati ancak mânâdan ibarettir... Suveri lafzıye ve ismiye değildir…(Cilt:1, Sayfa: 316)
Cenâb-ı Allâh bütün sun’ı ilâhisini böyle esbab ve hikemi hafiye rabt etmiştir... O bir şey murat ederse böyle yeni sebepler halkeder... Sebebi asli ve hakiki ancak O’nun iradesidir, Hikmet de onun lazımıdır...(Cilt:1, Sayfa: 317)
Aynı eserde; insana ruhun nefh edilmesinin mânâsıyla ilgili izah da şu:
...Nefhi ruhtan murad hayy olması değil, hayyı nâtık olmasıdır... Hakikatı Âdem nefsi nâtıkadır… Ve nefhi ruhun mânâsı, nefsi nâtıkanın nefhidir... Halkı Âdem’in arzda olduğunda ittifak vardır...(Cilt:1, Sayfa: 321)
İNSAN RUHU BEDENDE OLUŞUR!
İnsanın ruhunun, bedenin ana rahminde oluşmasından sonra meydana geldiğini; ruhların daha önceden yaratılıp, sonra da peyderpey dünyaya gönderilmesi diye bir şeyin asla söz konusu olmadığını da İMAM GAZÂLİ şöyle anlatır:
Allâh Teâlâ’nın fiillerini ve melâike vasıtasıyla yıldızları semâvatı hareket ettirerek, yeryüzündeki canlıları ve bitkileri nasıl vücuda getirdiğini bilen kimse; hem Âdem’in kendi âlemindeki tasarrufunun, Hâlık Teâlâ’nın büyük âlemdeki tasarrufuna benzediğini ve hem de Rasûlullâh’ın;
“Allâh, Âdem’i kendi sûretinde yarattı” açıklamasının mânâsını anlar...
Denilirse ki, ruhlar bedenlerle yaratıldığı hâlde, Rasûlullâh’ın;
“Ben yaradılışça Nebilerin ilkiyim. Nebilikçe de sonuncusuyum... Ben Nebiyken, Âdem su ile çamur arasında bulunmaktaydı!” sözünün mânâsı nedir?..
Hakikat şu ki:
Bunların hiçbirisinde, ruhun kadim olduğuna dair bir delil yoktur!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder