13 Şubat 2012 Pazartesi

Fahreddüni razi alak 1-5

KALEM (ALAK) SÛRESİ


Bu sûre, ondokuz ayet olup, Mekkî'dir.[1]

Müfessirler bu sûrenin, Kur'ân'ın ilk nazil olan sûresi olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları ise, ilk defa Fatiha Sûresi'nin, peşine de Kalem (Alak) Sûresi'nin nazil olduğunu söylemişlerdir. [2]
"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir "alaka"dan yarattı" (Kalem, 1-2).[3]

Bâ Harf-i Cerrinin Manası


Bil ki ayetteki, “Bi’smi Rabbike” ifadesinin başındaki "bâ" harf-i cerri hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş: Ebû Ubeyde, bunun zaid olduğunu ve mananın "Rabbinin adını oku" şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim şair Aktal de "Onlar asil ve iffetli kadınlardır; siyah gözlü ve örtülere büründükleri halde sûreler okumayan cariyeler değil" demiştir.
"Rabbinin adını oku" ifadesi ise, "Rabbinin ismini an, zikret" manasınadır. Bu görüş şu sebeplerden ötürü zayıftır:
1) Eğer bunun manası, "Rabbinin ismini an" olsaydı, o zaman Hz. Peygamber (s.a.s)'in, buna karşılık, "Ben okuma bilmiyorum" demesi güzel ve yerinde olmazdı. Çünkü buna göre bu söz, "Ben Rabbimin ismini anmayacağım" manasına olurdu.
2) Bu manada, bu şekilde bir emir, Hz. Peygamber (s.a.sj'e uygun düşmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, zaten Allah'ın zikrinden başka işi yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın ona, hep meşgul olduğu şeyle meşgul olmasını emretmesi, nasıl uygun olurdu.
3) Böyle değerlendirmede hiçbir fayda elde etmeksizin bâ harfini zayi etmek vardır.
İkinci Görüş: Ayetteki, "oku" ifadesi ile, "Kur'ân oku" manası kastedilmiştir. Çünkü "okuma" (kıraat), ancak Kur'ân hakkında kullanılır. Nitekim Hak Teâlâ, "Biz onu okuduğumuz zaman, onun kıraatine '{Kıyame, 75/18) ve "Kur'ân'ı parça parça indirdik ki sen onu insanlara yavaş yavaş kıraat edesin, okuyasın" (İsra, 17/106) buyurmuştur.[4]

Rabbin Adı


Ayetteki, “Bi’smi Rabbike” "Rabbinin adıyla..." ifadesi hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Bu ifade, "hâl" olarak, mahallen mansubtur. Buna göre takdir, "Rabbinin adıyla başlayarak, Kur'ân oku" şeklinde olur. Bu da, "Önce besmele çek, sonra oku" demektir. Mananın böyle oluşuna göre bunda, her sûrenin çekileceğine ve bunun bir emir olduğuna bir delalet vardır. Yine bunda, besmele çekmenin ve onunla başlamanın vacib (farz) olmadığını söyleyenlere de birr reddiye-cevap vardır.
2) Bu ifade, "Rabbinin adıyla meded (yardım) umarak, Kur'ân oku" manasındadır. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki ismini, kişinin dine ve dünyaya dair yapmak istediği şeyler hususunda bir alet kılmış gibidir. Bunun bir benzeri de, “Ketebtu bi’l-kalemi” (Kalemle yazdım) cümlesidir. Velhasıl Hak Teâlâ, "oku" deyip, Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ben okuma bilmem" deyince, Cenâb-ı Hak, "Yaratan Rabbinin adıyla oku" yani, Rabbinin isminden medet um ve o ismi, sana zor gelen bu işi başarmak için bir vasıta kıl" demışiir."
3) Ayetteki bu ifade, "Bu fiili sırf Allah için, Allah rızası için yap" manasınadır ve tıpkı senin, "Bu evi, padişah adına yaptım. Bu kitabı da, vezir adına yazdım" demen gibidir. Çünkü ibadet, sırf Allah için yapıldığı zaman, şeytan, Allah için olan şeyde, tasarruf etmeye nasıl cüret edebelir?  
Buna göre şayet "Bu mana, mesela "Yemeğe başlamadan ve her mubah işe girişmeden önce besmele çekilir" şeklindeki söz hakkında nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki, burada şu iki izah yapılabilir:
1) Bu, mecazi bir nisbet olup, senin tıpkı, böylece zalimlerin zulmünü bertaraf edebilmen için yaptığın işleri, bazı büyük zatlara nisbet etmen gibidir. Burda da sen, şeytanın sana ortak olması hususundaki arzu ve isteğini sona erdirmek için, yaptığın işleri Allah'a nisbet etmen söz konusudur. Nitekim şu şekilde rivayet edilmiştir: "Yemeğe başlarken besmele çekmeyen kimselere, o yiyecek hususunda, şeytan ortak olur..."                                                                               
2) Çoğu kez, bu mubah olan şey ile, Allah'ın taatları için güç ve kuvvet bulmaya yol aranılır. Böylece de bu mubah iş, bir taate dönüşmüş olur. İşte bu sebeple de, burada böyle bir tevil yapılabilir.[5]

Rabb İsmindeki İncelik


Ayetteki, “Rabbike” ifadesine gelince, burada şöyle iki soru sorulabilir:
Birinci Soru: "Rabb" fiili sıfatlardan; "Allah" ise, zati isimlerdendir. Halbuki, zati isimler, fiili isimlerden daha kıymetlidir. Bir de biz, "Allah" isminin, "Rabb" isminden daha yüce ve kıymetli olduğunu pek çok deliller ile delillendirdik. Ama, Cenâb-ı Hak burada, buyurmuş, maruf besmelede dediği gibi  "Allah'ın adıyla oku..." dememiştir (niçin)?
Cevap: Allah Teâİâ böyle buyurmakla ibadeti ve zati sıfatlarını tanımayı emretmiştir. Halbuki zat ismi, herhangi bir şeyi gerektirmez. Kulluğu gerektiren şey, fiili sıfatlardır. Böylece, "Rabb" ismi, taata daha fazla teşvikkâr olmuş olur.
Ayrıca, bu sûre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in korktuğu dönemde kendisine nazil olan ilk sûrelerdendir. Binâenaleyh, kendisinden bu korkunun zail olması için, ona bu yumuşak ifade ile hitap etmiş ve adeta "O seni, eğitendir, yavaş yavaş kemale erdirendir. Daha nasıl O, seni korkutsun?.." demek istemiştir. Böylece bu metod, şu iki şeyi ifade etmektedir:
1) "Seni, ben eğittim. Dolayısıyla, sana ifa (karşılığı) gerekir. Bu sebeple sen tembel duramazsın..." demen.
2) "Bir işe başlamak, o işi tamamlamayı gerektirir. Ben seni, şunca zamandan beri eğitiyorum. O halde, daha seni nasıl zayi ederim ki?.." Yani, "Sen, bir " 'alak" iken de, senin terbiyeni, seni eğitmeyi, büyütmeyi terketmedim. Binâenaleyh sen, muvahhid, beni tanıyan nefis ve harikulade bir mahluk haline geldikten sonra da, ben seni nasıl zayi edebilirim?" demektir.[6]

Rububiyyetin Hz. Peygamber (s.a.s)'e İzafeti


İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, Kendi zâtını, Hz. Peygamber (s.a.s)'e nisbet ederek (muzaf kılarak), “Bi’smi Rabbike” "Rabbinin adıyla..." deyişindeki hikmet nedir?
Cevap: Cenâb-ı Hak, burada olduğu gibi bazan, zatını ona, rububiyyet ile, bazan da, ubûdiyyet ile nisbet etmiş ve meselâ ubudiyyet hususunda  "... Kulunu geceleyin yürüttü..." (İsrâ, 17/1) buyurmuştur. Ki, bunun bir benzeri de, Hz. Peygamber (s.s.a)'in, "Ali, bendendir; ben de ondan..."[7] ifadesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak onun içinim..." demek istemiştir. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Resule itaat ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa, 4/81) ayeti de bunu ifade eder.
Yahut da şöyle diyebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın, zatını kuluna nisbet etmesi, kulunu Kendisine nisbet edişinden daha güzeldir. Çünkü, görünür alemde, iki oğlu olan bir kimsenin, en küçüğü değil de, ona en büyüğünün faydalı olacağı bilinen bir husustur. Kendisinden fayda gördüğü için, "Benim oğlum sadece budur" diyebilir. İşte aynen bunun gibi, Rab Teâlâ da, "Fayda ve menfaatler Ben'den sana gelip ulaşmaktadır. Ama şu ana kadar, senden bana ne bir hizmet nede bir taat ulaşmış değildir. İşte şimdi ben, "Ben senin içinim..." diyorum, fakat, "Sen benim içinsin..." demiyorum; ama, senden istediğim taatı veya tevbeyi ifa edip, yaparsan, ben seni kendime nisbet ederek, "Kuluna kitabı indiren Allah'a hamdolsun..." (Kehf, 18/1) ve "Ey, kendilerine zulmeden kullarım..." (Zumer, 39/93) dedim..." demiştir.[8]

Halk Fiilinin Getirilmesindeki İncelik


Üçüncü Soru: Beni Cenâb-ı Hak, “Rabbike” ifâdesinin hemen peşinden “Ellezi haleka” "ki yaratan..." ifadesini niçin getirmiştir?
Cevap: Kul, adeta "Senin, benim Rabbim oluşunun delili nedir?" demiş de, Cenâb-ı Hak da, "Sen, zatınla, sıfatlarınla yok idin... (Mu'dûm idin). Ama, daha sonra mevcut olup var oldun. Binâenaleyh, hem zatın hem de sıfatların hususunda, senin bir yaratıcının bulunması gerekir. Bu yaratma ve var etme ise terbiyedir. Böylece bu, Benim, senin Rabbin olduğuma; senin de benim "merbubum (yarattığım ve büyüttüğüm kulum)" olduğuna delalet etmektedir" buyurmuştur.[9]

İnsanın Alakdan Yaratılışı


Cenâb-ı Hakk'ın "Yaratan... O insanı bir " 'alaka"dan yarattı" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[10]

Ayetin Açıklaması


Bu ayetin ne demek olduğu hususunda, şu üç izah  yapılabilir:
1) Ayetteki, “Ellezi haleka” ifadesine herhangi bir mef'ûlün takdir edilmemesi... Buna göre mana, "O, yaratma işinin, Kendisinden sudur ettiği ve bu işi sadece Kendisine tahsis ettiği, dolayısıyla da, O'nun dışında herhangi bir yaratıcının olmadığı bir zattır" şeklinde olur.
2) Bu ifadeye bir mef'ûlün takdir edilmesi; buna göre mana, "O, her şeyi yaratandır..." şeklinde olur. Böylece de bu ifade, mutlak olduğu için, mahluk olan her şeyi içine almış olur. Çünkü, ayetin bu ifadesini, mahlûkatın bir kısmına hamletmek, diğer kısmına hamletmekten daha evla değildir. Ve bu ifade, "Her şeyden büyüktür" manasında söylemiş olduğumuz, "Allahu ekber" şeklindeki sözümüz gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ya Kur'ân'ın muhatabı, yahut ta yeryüzündekilerin en azizi ve kıymetlisi olduğu için, "O insanı bir " 'alaka"dan yarattı" ifadesiyle, mahlukat içinden özellikle insanı seçmiştir.
3) Cenâb-ı Hakk'ın "Yaratan Rabbinin adıyla oku..." emrinin müphem bir ifade olması, daha sonra da Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyi, insanın yaratılmasını yüceltmek ve onun fıtratının ilginçliğine işaret etmek için, "O insanı bir" ‘alak"dan yarattı..." ifadesiyle tefsir etmesi...[11]

Allah'dan Başka Yaratıcı Yok


Alimlerimiz, bu ayetle, Allah'ın dışında bir yaratıcının olmadığına bir istidlalde bulunarak, şöyle demişlerdir: Çünkü, Cenâb-ı Hak, "hâlikıyyet" vasfını, Kendi zatını diğer zatlardan ayırdeden mümeyyiz, ayırıcı bir sıfat kılmıştır. Durumu böyle olan her sıfatta, ortaklığın düşünülmesi muhaldir.. İşte bu yolla biz, uluhiyyete mahsus olan sıfatın, "Yaratıp yoktan var etmeye dair güç..." olduğunu anlamış oluyoruz. Bunu şu da tekid etmektedir: Firavun, ilahın hakikatini öğrenmek isteyince, "Alemlerin Rabbi nedir?" (Şuara, 26/26) diye cevap vermiştir. O halde rubûbiyyet, Cenâb-ı Hakk'ın burada bahsettiği halıkıyyete bir işarettir. İşte bütün bunlar, bizim görüşümüzün doğruluğuna delalet etmektedir.[12]

Yaratıcı Allah


Kelamcılar, Aralarındaki o meşhur ihtilafa göre, vacib (farz)lerin ilkinin, marifetullah, yahut marifetullaha nazar (ona düşünme) veyahutta, bu tefekküre yönelme olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra, Hakîm olan Allah (c.c), müşriklere bir peygamber göndermeyi istediğinde, Hz. Peygamber (s.a,s)'e şayet, "Şeriki ve benzeri olmayan Rabbinin adı ile oku..." demiş olsaydı, bunu kabul etmeyebilirlerdi. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bunu, onları bunu itiraf etmeye mecbur eden bir mukaddime olarak bildirmiştir.
Nakledildiğine göre, Ebû Hanife, mezhebini anlatması için Züfer'i, Basra'ya gönderip; Züfer de, işe Ebû Hanife'den bahsederek başlayınca, onlar bunun üzerine iltifat etmediler ve benimsemediler. Bunun üzerine Züfer, Ebû Hanife'nin yanına dönüp de durumu ona haber verince, Ebû Hanife şöyle der: "Sen, tebliğ usulünü bilemedin. Onlara dön ve meseleler hakkında önce, onların imamlarının görüşlerini serdet. Sonra da tutarsız olduklarını açıkla. Daha sonra da, "Burada şöyle bir görüş de vardır" de, benim görüşümü ve delillerimi anlat... Bu görüş onların kalbinde yer edince de, "İşte bu Ebû Hanife'nin görüşüdür de.. Çünkü onlar bu durumda artık utanacaklar, bir daha da reddedemeyecekler..."
İşte burada da, Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Bunlar putperesttirler, binâenaleyh, şimdi sen bana övgüde bulunur, sena eder de, onların putlarından yüz çevirirsen, onlar bunu kabul etmeyebilirler. Ne var ki onlara, kendilerinin "bir 'alak"dan yaratıldıklarını anlat ki, böylece, onların bunu inkar etmeleri mümkün olmaz. Daha sonra da, "Mutlaka, her fiilin bir faili vardır" de. Böylece onlar, bunu, o putlarına nisbet edemezler. Çünkü bunlar, o putları yontanın ve yapanın kendileri olduğunu bilmektedirler. İşte bu tedricilikle, yavaş yavaş davranarak, onlar, putlarının değil de, ancak Benim sena ve hamde layık olduğumu anlarlar." Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şayet onlara, kendilerini kimin yarattığını soracak olursan, hiç şüphesiz onlar, "Allah" diyecekler" (Lokman, 31/25) buyurmuştur. Sonra, uluhiyyet (Allah olmak), yaratma vasfına varıp dayanıp, yaratamayanın ilah-Allah olmayacağı artık katiyyen arzedince de, Cenâb-ı Hak, "Yaratan, hiç yaratmayan gibi olur mu?" (Nahl, 16/17) buyurmuştur.
Bu ayet, aynı zamanda yaratıcının tabiat olduğunu söyleyen görüşün batıl olduğuna delalet etmektedir. Çünkü, bunun müessiri şayet, hadis bir varlık ise, bu da bir başka müessire muhtaç olacaktır. Yok eğer, kadîm ise, bu müessir ya "mûcib (zorunlu, otomatik)" olur, yahut da "kadir" olur. Şimdi, eğer "mûcib" ise, eserin ondan ayrılmaması gerekir. Geriye ise, bu vacib varlığın, alim, hür ve irade sahibi olması hali kalmaktadır. Çünkü, kainattaki değişiklikler, oradaki canlıların faydalarına uygun bir biçimde meydana gelmektedir.[13]

İ’rab


Cenâb-ı Hak, çoğul sığasıyla “Min alakin” buyurmuştur. Zira, "insan" sözü de, lafzen müfret, mana bakımından ise, çoğuldur. Ve bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki insan bir hüsrandadır" (Asr, 103/2) ayetinde olduğu gibidir.[14]

"Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir" (Alak, 3-4).
Bu ifadeyle ilgili birka mesele vardır:[15]

Filin Tekrarındaki İncelik


Bazıları, birinci ifadenin, "Önce kendin için oku!"; ikinci ifadenin  de,  "Tebliğ  için  oku...";  yahut,  birincisinin, "Cebrail'den öğrenmek için oku"; ikincisinin  de, "Öğretmen için oku" yahut da, "Namazında oku" ve "Namazın dışında oku..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir.[16]

el-Ekrem Sıfatı


el-Kerem, herhangi bir karşılık olmaksızın, olması gereken şeyi anlatır. Binâenaleyh, kendisi ile kendisini öldürecek olan birisine bir bıçak hibe eden kimse, kerim olmadığı gibi, verip de, sonra da verdiğinin karşılığını isteyen de kerim değildir. Karşılığın, ayn, zat olması gerekmez. Tam aksine, medh, mükafaat, kınanmaktan uzak ve beri olma... gibi şeylerin tümü de, bedel, karşılıktır. İşte bundan dolayı alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir işi bir noktada mebni olarak yapmasının muhal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir işi bir maksattan dolayı yapması halinde, bu maksadın meydana gelmesi, O'nun için gelmemesinden daha evla olurdu. Bu durumda da, O, bu şeyi yapmak suretiyle, o evla oluşu elde etmiş olurdu. Yapmaması halinde ise, bu evla oluş hali, O'nun için tahakkuk etmemiş olurdu. Böylece de O, zatının gereği noksan ve başkası ile kemale eren nakıs bir zat olmuş olurdu ki, bu muhaldir.
Ayrıca, alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın "ekrem" olması hususunda şunları zikretmişlerdir:                                              
1) Nice kerim kimse vardır ki, suç esnasında "sabır gösterir, tahammül gösterir, ama onun ihsan ve keremi, suç işlenmezden önceki tarz üzere devam etmez.. Halbuki Allah Teâlâ, suç işlendikten sonra da, ihsanını, ziyadeleştirerek devam ettirdiği için, "Ekrem"dir. Nitekim şairin şu beyti de, bunu göstermektedir:
"Kusur işlemekle lütufta bulunulmasını gerekli kılıyormuşum gibi, ben daha çok kusur, hata yaptıkça, sen de bana lütfunu artmyorsun."
2) Bu, "Sen, kerimsin.. Ancak ne var ki, "Senin Rabbin, ekrem'dir, en keremlisidir. Nasıl böyle olmasın ki, çünkü her kerim kimse, keremi ile, medh veya mükafaat gibi ya bir menfaat elde eder veya bir zararı savuşturur. Ama, Ben ise, en kerim olanım... Çünkü, yaptığımı sırf keremimden dolayı yapmaktayım.." demektir.
3) Ekrem olan, O'dur; zira, her kereme ve ihsana başlangıç, hep O'na aittir. O'nun keremi, eksiklikten münezzehtir.
4) Bunun, okunmaya teşvik eden bir ifade olması da muhtemel olup, "Sana, her harfe karşılık on katıyla mukabele ettiği için, en kerim O'dur" demektir. Yahut da bu ifade, kişiyi ihlasa teşvik eden bir kelimedir. Buna göre mana "Bir şeyler umarak okuma; ancak ve ancak Benim için oku ve işini bana havale et. Çünkü Ben, Senin hatırına gelmeyecek şeyleri verecek kadar kerim ve cömerdim..." şeklinde olur. Yine mananın, "Kendini, insanları İslâm'a davete ver.. Hiç kimseden korkma, çünkü Ben, sana zor mükellefiyetleri yükleyip de, daha sonra da sana yardım etmemekten münezzeh olan bir "ekremim..." şeklinde olması da muhtemeldir.[17]

İnsan Hilkatinin Başlangıcı ve Kemali


Cenâb-ı Hak kendisini, önce, "insanı bir 'alak'dan yaratmış olmak"la tavsif etmiş, ikinci olarak da, Kendisini, "Kalemle öğreten" olmakla nitelemiştir. Halbuki, zahiren bu iki şey arasında bir münasabet yoktur. Ancak ne var ki, gerçek şudur: İnsanın hallerinin ilki ve başlangıcı, O'nun, bir " 'alaka" olmasıdır. Halbuki, " 'alaka" adi bir şeydir. Hallerinin sonu ise, nesnelerin hakikatlarını bilir bir duruma erişmeleridir ki, işte bu, mahIukatta bulunması gereken mertebelerin en kıymetlisidir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Sen bu en düşük mertebeden en üst mertebeye geçtin. Binâenaleyh, senin için, seni bu bayağı mertebeden o kıymetli duruma taşıyan ve geçiren, kudret sahibi bir müdebbirin olması gerekir." demiştir. Sonra, bu ifadede, ilmin, insanda bulunması gereken sıfatların en kıymetlisi olduğuna dair bir tenbihat bulunmaktadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Yoktan var etmek, can vermek, güç kuvvet sahibi kılmak, rızık vermek, keremdir ve rubûbiyyettir. Ama "ekrem" olan ise, sana ilim verendir. Çünkü ilim, sonsuz bir şereftir" demek istemiştir.[18]

Rububiyyetin Tanınması ve Nübüvvetin Bilinmesi


Cenâb-ı Hakk'ın "... Rabbinin adıyla... O insanı bir " 'alak"dan  yarattı" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudret, hikmet, ilim ve rahmetinin mükemmelliğine delalet eden akli delillere, "Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir" ifadesi de, ancak nakl ile bilinen farz hükümlere bir işarettir. O halde birincisi, rububiyyetin tanınmasına; ikincisi de nübüvvetin bilinmesine bir işarettir. Rububiyyetin tanınmasından nübüvvetten müstağni olduğuna, ama nübüvvetin ise rububiyyetin tanınmasına muhtaç olduğuna dikkat çekmek için de, birincisini ikincisinden önce getirdi.[19]

Kalemle Öğretme


Ayetteki, “Alleme bi’l-kalemi” ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir:
1) "Kalem" sözü ile, kendisi sebebiyle, gaib şeylerin bilinip öğrenildiği yazma işi kastedilmiş, "kalem" ise, bu yazma işinden kinaye olarak getirilmiştir.
2) İnsanın yazmayı "kalemle öğretmesi kastedilmiştir. Bu iki görüş, birbirine yakındır; zira, ayetin gayesi, yazmanın faziletli bir şey olduğuna dikkat çekmektir.
Rivayet olunduğuna göre Süleyman (a.s) İfrit e,
"kelam"in ne demek olduğunu "sormuş da, İfrit de,
"Geçip giden bir rüzgar" diye tarif eylemiş, bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s),
"Peki o sözü zapt u rapt altına almanın yolu nedir?" deyince, İfrit de,
"Yazmaktır" cevabını vermiştir.
O halde kalem, ilimleri avlayan bir avcı olup, bazan ağlatır, bazan güldürür. Kalemin fakir düşmesiyle, de boyun eğer, zelil olur. Ama, insan kalemin harekete geçmesiyle, ilimler, zamanlar süresince, ebediyyen kalır. Bunun bir benzeri de, Hz. Zekeriyya (a.s) ile ilgili olan şu ifadedir: "O, Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman..." (Meryem, 19/3) bu, "o saklı tuttu, ama duyuldu..." demektir. Kalem de böyledir. Çünkü, kalem konuşmaz ama, doğudakilere batıdakilere duyurur, konuşur. Seni, gözündeki o siyah göz bebeğinle gören bir varlık kıldığı gibi, o siyah mürekkeb ile de, dini münevver, aydın ve nurlu kılan o yüce kudret sahibini takdis ve tenzih ederiz. O halde "kalem", insanın insan da, gözün kıvamı ve dayanağıdır. Kalemin, lisanın vekili, onun yerine geçen bir şey olduğunu söyleme.. Zira kalem, dilin yerini tutar da, dil kalemin yerini tutamaz.[20]

İnsana Bilmediğini Öğretti


"İnsana bilmediğini O öğretti..." (Alak, 5).
Bu ayet ile, insanın kalem ile öğrenmesi murad edildiği gibi, insanın, bundan başka şeyleri öğrenmesi de murad edilmiş olabilir. Cenâb-ı Hak bu ifadenin başına, atıf vâv'ını getirmemiştir. Söz, bu şekilde de ifade edilebilir. Nitekim sen meselâ, "Sana ikram ettim, sana lütufta bulundum, seni mal mülk sahibi yaptım, seni, vilayetlere idareci yaptım" dersin. Bu, her iki cümle ile de, tek bir şeyin kastedilmiş olması mananın, "İnsana kalem ile bilmediği şeyleri öğretti" şeklinde olması muhtemeldir. Böyle olması durumunda, 'İnsana bilmediğini O öğretti" ifdesi, "Kalem ile öğretti..." ifadesinin bir açıklaması olmuş olur.[21]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder