28 Şubat 2012 Salı

Sosyolojiyi biyoloji okur gibi okuyoruz

“Sosyolojiyi 
biyoloji okur gibi okuyoruz”

Sosyal bilimlerin dertli alanlarından sosyolojide araştırmalar yapan Kadir Canatan Hoca ile konuştuk.
Güncelleme: 15:04, 17 Eylül 2011 Cumartesi

Kitaplarını samimiyetle okuyanın  bir çok alanda büyük bir payeye sahip olacağından hiç şüphe duymadığım, ve sözlerinin birer tılsım olduğunu hissettiğim  bir ömrün kahramanı: Kadir Canatan.
Kadir Hocayı daha yakından tanımak isteyenler için kendisi ile samimi bir söyleşi gerçekleştirdim..
Kadir Canatan kendini nasıl bir insan olarak tanımlar?
Anadolu’nun tam ortasında küçük bir köyde doğdum. Babam, 1960’lı yıllarda Almanya’ya giden ilk kuşak Almancılardan. Bu sebeple kendimi “Almancı” olarak nitelenen ve bugüne kıyasla çok çocuklu bir ailede buldum. Almancı ailelerin iki tipik özelliği vardır. İlk olarak bu ailelerde anne çok önemlidir. Baba olmadığı için anne babanın tüm fonksiyonlarını devralmıştır. Yani babaerkil bir ailede değil, anaerkil bir ailede yetiştim. İkinci olarak Almancı aileler, Almanya’dan gelen hazır parayla yaşarlar ve genellikle tüketime yöneliktirler. Bizim ailede bu özellik pek yoktu. Çok çocuklu bir ailede her şey kıtı kıtına yetiyordu.Kadir 
Canatan, İslamofobi
İlkokulu köyde, ortaokulu yakınımızdaki ilçede, liseyi Ankara’da okudum. Lise sonrası dönemde ise hiç aklımızda olmayan Hollanda’ya kadar uzandık. Babam, Almanya macerasını bir süre sonra kapatıp Hollanda’ya geçmişti. Aile birleşimi yoluyla ailenin bir kısmı bütünleşirken, bir kısmı da geride kaldı ve bölündük.
Üniversite ve doktora eğitimimi Hollanda’da sosyal hizmetler, sosyoloji ve kültürel antropoloji dallarında yaptım.
Bizim Hollanda’ya gittiğimiz yıllarda üniversite okuyan Türk genci pek yoktu ve Türkler bunu henüz hayal bile edemiyorlardı. Bu nedenle eğitime orada devam etmek başlangıçta kolay olmadı. Dil öğrenmek ve bazı önyargıları kırmak bize zaman kaybettirdi. Ben pek düşünülmeyen bir işi başardım ve belki bazı gençlere de öncülük ettim. Şu an Almanya’da ve Hollanda’da binlerce Türk genci üniversitelerde okumaktadır.
İkibinli yıllara girerken Avrupa çok değişti. Hollanda da bu temayüle katıldı ve hatta kimi bakımlardan aşırı eğilimlere öncülük etti. 2005 yılında Türkiye’ye dönme kararı aldık ve döndük. Son altı yıldır çalışmalarıma Türkiye’de devam ediyorum.
Bu arka plandan bakılınca kendimi tipik bir göçmen ailenin 2. kuşak bir çocuğu ve akademisyen olarak görüyorum. Sosyolojiye ilgim seksenli yılların başında başladı ve sonraki yıllarda yaşam tarzımda etkili oldu. Mesleğine ve işine angaje olmuş bir kişiyim.
“Sosyoloji Söyleşileri” isimli eserinizde Türkiye'de sosyolojinin, "kuru bilgiler" olarak öğrencilere aktarıldığını öğrencilerin ya da akademisyenlerin, sosyolojik bilgileri "görevi gereği" edindiğini ya da aktardığını vurguluyorsunuz. Sizce bu bakış açısının kırılabilmesi ve sosyolojiye gereken değer ve önemin verilebilmesi için gerek gençlerin gerekse eğitimcilerin üzerlerine düşen görevler nelerdir?
Sosyolojiye bakış konusunda Türkiye’de iki kesimden bahsedebiliriz. Bizden önceki kuşağın bir kesimi (angaje sosyologlar), Ümit Meriç’in deyişiyle sosyolojiyi kurtarıcı bir öğreti ve hatta bir din gibi görmüşler. Ama sosyalizmin çöküşüyle sosyolojiye olan güven de sarsılmış. Daha klasik yaklaşanlar ise –ki bugün bunlar daha geniş bir kesimdir- sosyolojiyi misyonu olmayan bir disiplin olarak görüyorlar. Görev gereği araştırma yaparlar, görev gereği ders verirler. Onlar için sosyolojinin biyolojiden pek farkı yoktur.
28619Sosyolojiye ilişkin bakışın değişmesi için yeniden temel tartışmaları yapmak gerekiyor. Aktarmacı sosyologların bunu başarması zor gözüküyor. Yine angaje olmuş sosyologlar bu sorunu çözecekler. Sosyolojiye gelen öğrencilerin büyük bir kesimi –ezici dememek için zorluyorum kendimi- bir seçim sonucu olarak gelmiyorlar. Sosyolojiye ilişkin hiçbir bilgi ve ilgileri olmadan geliyorlar. Bu şartlar altında sosyolojiyi aktarmacılıktan kurtarmak zor gözüküyor. Ama küçük de olsa bir kesimi zamanla angaje etmeyi başarıyoruz ve başarmalıyız da.
Gençler, hemen hemen tüm bölümlerde minimalist bir profil çiziyorlar. Amaçları geçer bir not alarak ders ve sınıf geçmek. Hedefleri yüksek değil. Böyle olunca bu öğrencilerden ciddi bir okuma ve tartışma sürecine girmelerini beklemek, biraz safdillik oluyor.
Sosyolojinin değer ve önemini artırmak, idealist eğitimcilerin de işi olmakla birlikte daha çok siyaset ve toplumsal kurumların işi diyebilirim. Sosyoloji Türkiye’de işlevsel değil, ne iş sahası belli ne de işlevi var. İşlev kazanmadıkça önemini kavramak ve artırmak da kolay değil. 
Bugüne kadar müstakil olarak araştırılmamış bir konuyu okuyucuların dikkatine sunduğunuz “Kur'an'da Hz. Peygambere Sorulan 13 Soru” isimli kitabınız sahasında bir ilki temsil etmesi yönünden ilgi çekici bir kitap. Bu bağlamda bir konu hakkında kitap yazmaya karar vermeden önce o konuda daha önce yazılmış iyi bir kitap olup olmamasının yazma gerekçelerinizden olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da size bir konu hakkında kitap yazdırma gereği duyuran sebepleri nasıl açıklayabilirsiniz?
Söz konusu kitap, yurt dışında iken bir Ramazan ayında düşündüğüm ve yazdığım küçük bir çalışmadır. Din sosyolojisine olan ilgim bazen bu sınırları da zorlayan çalışmalar yapmama yol açıyor. Bunu bazı sosyologlar garip bulsalar da, ben angaje olduğum bir konuda yazmayı öne alıyorum. Bir şeyi iş olsun diye değil, önce kendim için araştırıp da sonra da başkalarıyla paylaşmak için yazıyorum.Kadir 
Canatan, 13 Soru
Bir kitap yazmak, benim ilk düşündüğüm şey değildir. Bu bir sonuçtur. Önce bir sorunsala kafa takar ve günlerce, haftalarca ve bazen de senelerce onunla uğraşırım. Okumalar yapar, arkadaşlarla tartışırım. Kafamda çözdüğüm an, onu yazmaya da başlarım. Bu aynen makaleler için de geçerlidir. Tabi bazen makaleler de sonra bir kitaba dönüşebilmektedir.
Ama işin doğrusu her kitap ve makale bu motiflerle ortaya çıkmamıştır. Bazen ders kitabı olsun diye yazdığım kitaplar da oldu. Son yıllarda yaptığım çalışmalarımdan “Aile Sosyolojisi” ve “Beden Sosyolojisi” adlı (edisyon) kitaplar böyle ortaya çıkmıştır.
“Nisadan İnsana” isimli kitabınızda islam kültür coğrafyasında tartışılan kadın sorununa getirdiğiniz yeni yaklaşımlar oldukça etkileyici. Sizce kadın sorununun çözüme kavuşturul(a)mamasında İslamı kötü lanse etmek isteyen grup ya da zümrelerin bu konuyu bilinçli olarak çözülememiş göstermesi de konunun çözüme kavuşmamasında etken midir?
Bu çalışma, tam da demin söylediğim problematik bir bakış ve çalışmanın ürünüdür. İslami düşüncenin reaksiyoner bir kalıp içinde gelişmiş olması, önemli tuzaklardan biridir. Bu tuzağın farkında olan kişiler de pek fazla değil. Dolayısıyla bilinçli bir istismardan bahsetmek doğru olmaz. Reaksiyoner olmaktan çıkıp reklektif bir düşünce aşamasına geçmek gerekiyor. Yani başkalarının ne söylediğine bakıp onlara laf yetiştirmek yerine, daha derinlikli sorularla meşgul olmak ve bazı sorunlara kilitlenmek gerekiyor. Bu kendi kendini aşmaya yönelik bir çaba olmalıdır. Bir düşünce ve kültürün kendini aşması, kendi üzerinde yoğunlaşma ve özeleştiriye açık olmasına bağlıdır.
Aynı zamanda Balıkesir Üniversitesi Uygulamalı Sosyoloji Ana Bilim Dalı’nda Doç. Dr. olarak çeşitli dersler veriyorsunuz. Bu bağlamda sosyolojinin ehemmiyetini öğrencilerinize daha iyi kavratmak için nasıl bir ders işleme metodu izliyorsunuz?
Bir genelleme yapmak gerekirse daha çok kültür sosyolojisinin kapsamına giren ders ve konularla meşgulüm. Öğretim üyesi sayımız düşük olduğu için mecburen farklı dersler veriyoruz. Ama ben verdiğim derslerde öğrencilere bilgi aktarmak yerine, verilen bilgiler üzerinde düşünmelerini ve tartışmalarını istiyorum. Bilgileri özümsemek ve bunları yaratıcı bir şekilde kullanmak önemli. Ama bu amaç fazla gerçekleşmiyor. Çünkü öğrenciler ders notu almak ve bunlara çalışarak sınava girmeyi işin özü haline getiriyorlar. Yorum sorularında kafaları fazla karışıyor ve tekbiçimli cevaplar verme telaşına düşüyorlar. Lise öğrencisi olarak geliyor ve o profilden pek fazla çıkmayı da başaramıyorlar. Bir de bölümde eleştirel bir eğitim ve düşünme süreci konusunda bir konsensüs olması gerekiyor. Bunun da sağlandığını pek söyleyemeyeceğim.
Çok çeşitli alanlarda proje yöneticiliği yaptığınızı biliyorum ama içlerinde en çok hayranlık duyduğum yaşlı insanlara yönelik gerçekleştirmiş olduğunuz “Türk ve Fas Kökenli Yaşlıların Intramural Bakım Gereksinimleri” ve “ Soest Şehrinde Yaşayan Türk Yaşlıların Toplumsal Konumu ve Bakım Gereksinimleri” projeleri oldu. Yaşlılara gösterdiğiniz bu hürmet sebebiyle özellikle biz gençlere çok güzel bir örnek olduğunuzu düşünüyorum. Sizce bizim ülkemizde gençler yaşlı insanlara gereken hürmeti gösterebiliyor mu, ya da göster(e)miyorsa bunun için nasıl bir çözüm oluşturulabilir?
Avrupa’da yaşlanma ve yaşlılık konusunda bilinç düzeyinin yüksek olduğu söylenebilir. Bunun da sebebi Batı toplumları yaşlanıyor ve yaşlılar toplumda giderek daha önemli bir toplumsal kesit haline geliyor. Bizim birinci kuşak şu an yaşlandı ve Avrupa kurumları, bizim yaşlılarla nasıl ilişki kuracaklarını ve onlara nasıl bakım hizmetleri vereceklerini pek bilmiyorlar. Bunun için araştırmalar yaptırıyorlar. Bu konuda iki proje yürüttüm ve yaşlılarımıza faydalı olacağına inandığım bazı çalışmalar yaptım.
Bu çalışmalardan ilkini yürütürken Türkiye’ye bir grupla gezi yapmış ve Ankara’da huzurevlerini dolaşmıştık. Doğrusu Avrupa için örnek alabileceğimiz pek bir şey göremedik. Geleneksel toplumlarda yaşlıların oranı düşük olmasına rağmen yaşlılara duyulan saygı ve yaşlıların itibarı yüksektir. Buna karşın modern toplumda yaşlılar önemli bir yekûn oldukları halde gereken saygı ve itibarı elde edemiyorlar. Batıda salt yaşlıların çıkarlarını korumak üzere siyasal partiler ve sendikalar kurulmuştur. Bu konuda geleneksel kültürel değerlerimiz çok önemli ve mutlaka yaşatılmalıdır. Huzur evleri bir çözüm değil. Avrupa bu fikirden vazgeçiyor ve hızla yaşlıları topluma entegre eden projelere imza atıyorlar.
Şimdilerde neler yapıyorsunuz? Yeni çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz?
Şu sıralar yurt dışında Hollanda’da Friesland eyaletinde Frislerin konumu ve iki-dilli yaşam konusunu araştırıyorum. Türkiye’ye dönünce bu konuda bir kitap yazacağım. Ayrıca Balıkesir’de toplumsal yapı ve aile konusunda bir araştırma projesiyle meşgulüz. Elimde hocam Anton Zijderveld’in kültür sosyolojisine ait bir kitabı var, zaman buldukça onu çeviriyorum. Doğal olarak bu arada üniversitede eğitim ve idari görevlerimiz de devam ediyor.
Söyleşi için teşekkürler Hocam..
Ben teşekkür ederim..

Ebru Keskin konuştu

alak 1-5 Hakkı Yılmaz tefsiri


1 ALAK  [EMBRİYON]
SURESİ


        ALAK SURESİ'NE GİRİŞ
Adını ikinci ayetinde geçen alak sözcüğünden alan bu sure, Mekke’de inen ilk suredir. Alak suresini bütün incelikleriyle anlamak, onun indirilen ilk sure olduğunu bil­mek ve bunu dikkate almakla mümkündür. Edebiyattaki "mukaddime” usulüne kıyas edilerek bu sureye "Kur’an'ın önsözü" de denile­bilir. Bu özelliği dikkate alındığında, surenin ibaresinden, işâresinden, delâletinden ve iktizasından hareketle Kur’an'ın bütününe ulaşmak; Kur’an'da ne­ler bulunduğu, Kur'an'ın neler içerdiği hakkında genel bir kanaate varmak mümkündür.
Bu sure ile Yüce Allah, Muhammed'i muhatap alıp ona konuş­muştur. Tek taraflı bir hitap olan bu konuşmayla, Muhammed b. Abdullah’ı tüm insanlığa gönderdiği İslam Dininin son peygamberi olarak görevlendirmiştir. Bu sure ile ona ilk mesajlarını vahyetmiş, bu mesajların gereğini yerine getirme konusunda peygamberinin zihninde oluşan bazı soruları da gidermiştir. İçeriğini daha iyi anlaya­bilmek için surenin yukarıda sayılan özelliklerini dikkatten uzak tutmamak gerekir.

Ayetlerin İnişleriyle İlgili Meşhur Rivayet

        Peygamberimize ilk vahyin gelişiyle ilgili olarak Sahih-i Buhari’nin Vahy Kitabı’nda nakledilen 3 numaralı rivayet şöyledir:
“Bize, Yahya b. Bükeyr, ona Leys, ona Ukayl, ona İbni Şihap, ona Urve b. Zübeyr, Urve de müminlerin annesi Ayşe'den tahdis etti. Müminlerin annesi Ayşe şöyle dedi:
        Rasülüllah'a ilk vahyin başlayışı, uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi ortaya çıkardı. Sonraları ona yalnızlık sevdirildi. Hıra dağındaki mağaraya yalnızlığa çekilir, belirli gecelerde ailesinin yanına gelinceye kadar ibadet ederdi. Tekrar yiyecek içecek alır, yine giderdi. Tekrar Hadice'nin yanına döner, yiyecek içecek tedarik edip yine giderdi. Ta ki vahiy gelene kadar...
        Birgün Hıra mağarasında iken melek ona geldi, “إقرأ  oku” dedi. O da  ما انا بقارئ Ben okuyucu değilim” dedi. Peygamber buyurdu ki: “O zaman melek beni alıp takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “إقرأ  oku” dedi. Ben de ona, “Ben okuyucu değilim” dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “إقرأ  oku” dedi. Ben yine, “Ben okuyucu değilim” dedim. Sonra beni üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra bırakıp:
         “Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı kan damlasından yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir.”
        Bunun üzerine Rasulüllah, bu ayetlerle yüreği titreyerek Hadice'ye döndü. “زمّلونى زمّلونى  Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!” dedi. Korkusu gidinceye kadar vücudunu sarıp örttüler.  Ondan sonra, olanları Hadice'ye haber verdi. “Kendimden korktum” dedi.  Hadice de:
        “Hayır, vallahi. Allah seni ebediyen rüsva etmez. Çünkü sen, yakınlarına sıla yaparsın, acizlerin işini görürsün, fakire yardım eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak vekillerine yardımcı olursun” dedi. Ve hemen Peygamberi alıp amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Bu kişi cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş bir kişi idi. İbranice yazı yazmasını bilir, İncil'den Allah'ın dilediği kadar bazı şeyleri İbranice yazardı. Ve kördü. Hadice, Varaka'ya:
        “Amcaoğlu dinle! Kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka:
        “Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Rasulüllah, gördüğü şeyleri ona haber verdi. Bunun üzerine Varaka:
        “O gördüğün, Allah'ın Musa'ya indirdiği Namus'tur. Ne olurdu, senin davetin günlerinde ben de genç olsaydım. Kavminin seni çıkaracakları/hicrete zorlayacakları zaman sağ olsaydım.” Bunun üzerine Rasulüllah:
        “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:
        “Senin gibi bir şey getirmiş [vahiy tebliğ etmiş] bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine ulaşırsam sana son derecede yardım ederim” dedi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka öldü. Ve bir müddet vahy kesildi.”
Alak suresi şimdiye kadar bu rivayet doğrultusunda anlaşılmaya çalışılmıştır. Oysa ayetleri anlamanın en iyi yolu, onları Kur’an’ın diğer ayetleriyle açıklama ilkesinden hareket ederek sureyi Kur’an’ın genel çerçevesi içinde anlamaya çalışmaktır. Bu ilke, öncelikle vahyin başlangıcını anlatan ve yukarıda özeti verilen meşhur rivayetin Kur’an ışığında dikkatle incelenmesini gerektirir. Bu incelemenin bizi ilk elde ulaştıracağı sonuçlar şunlardır:
•İlk vahiylerin uyku esnasında inmediği Kur’an ile sabittir.
(Necm/11-13) Rivayette iddia edildiği gibi ilk vahiyler rüyada inmiş ise, bunun Alak suresinden önce vuku bulmuş olması ve o rüyada inen vahye ait başka ayetlerin de bulunmuş olması gerekir. Böyle bir şeyin kabulü ise vahyin eksik toparlandığının kabulü olur ki, bu hem tarihî belgelere hem de Rabbimizin kitabını koruma vaadine ters düşer. Ayşe'den rivayet edilenler doğru ise, rivayette sözü edilen vahiyler ancak Ayşe'nin olayları hatırlayabileceği çağa ve peygamberimizin evine dâhil olduğu döneme ait olabilir.
Rivayet, Ayşe'nin ağzıyla, sanki Ayşe olaylara tanık olmuş ve anlatmış gibi aktarılmış, geniş bilgi verilmemiştir. Hâlbuki herkes tarafından bilinmektedir ki, ilk vahiyler geldiğinde Ayşe küçük bir çocuktur.
   Peygamberimiz, kendisine ilk vahiy geldiğinde korkmamış, ürpermemiştir. (Necm/13-17) Varaka gaybı bilmez, bilemez. Bu rivayette Varaka, tahminin de ötesinde, kehânette bulunmaktadır. Rivayetin peygamberlerin öz yurtlarından çıkarılmasıyla ilgili bu bölümü İbrahim suresinin 13. ayetinden alınmış gibi görünmektedir. Böylece Rabbimizin değişmez ve şüphe götürmez beyanı Varaka'ya isnat edilmiştir.
İbrahim 13: “Kâfirler peygamberlerine şöyle dediler: ‘Ya tamamıyla bizim dinimize dönersiniz yahut da sizi yurdumuzdan mutlaka çıkarırız.”
   Kur’an'a göre ilk vahiy Hıra mağarası'nda değil, Mescid-i Aksa'da; Cennetu’l-Me'vâ denilen yerde gelmiştir. Hıra mağarası ile ilgi­li rivayetler, hem Peygamberimizi hem de vahyi rencide eder (Kasas/86).
   Bu rivayet doğruysa, Kur’an'da tam üç tane "ikra" sözcüğünün eksik olduğunun kabul edilmesi gerekir.
   Eğer bu rivayet doğru sayılırsa, ilk mümin, ilk müslüman Peygamberimiz değil, En'âm/l4, l63 ve Zümer/12'nin hilâfına Hatice olur.

Rivayetteki "bir müddet vahiy kesildi" ifadesi karşımıza bir de "fetret" problemini çıkarmaktadır. Sözlük anlamı olarak, "bir çeviklikten sonra gevşeme, sertlikten sonra yumuşama, güçlülükten sonra gelen zayıf­lık, aralık, boşluk" demek olan fetret,konumuz itibariyle "tebliğsiz dönem" anlamına gelir. Bu "tebliğsiz dönem"in ne kadar sürdüğü ri­vayetten rivayete değişmektedir; 12, 15, 25, 40 gün, hatta 3 sene sür­düğünü iddia eden rivayetler vardır. Bu rivayetler, Fetret'in sebepleri konusunda da birbirleriyle çelişkili bir çeşitlilik arz ederler. Fetret'e, yani vahyin kesildiğine ve bunun sebebine dair rivayetler güvenilir olmak­tan çok uzaktır.
      Fetretin nedenlerine dair Razî'nin naklettiği şu görüşler, konuyla ilgili rivayetlerin neden güvenilir olmadığını gösterecek niteliktedir:
        1- Ehl-i Beyt içinde tırnağı uzun olanlar varmış.
        2- Peygamberimiz bir savaşta ayağını taşa vurup kanatmış, bunun üzerine “Sen, kanayan ve karşılaştığı şey Allah yolunda sayılan bir parmak mısın?” diye sızlanmış. Allah da buna kızmış, vahyi kesmiş.
        Oysa bu olay, Sahih-i Buhari'de başka konular dolayısıyla yer alan ve ilk vahiylerin gelmesinden yıllar sonrasına ait bir olaydır.
        3- Peygamberimizin evinde, torunları Hasan ile Hüseyin'e ait köpek yavruları varmış. Bu nedenle, bir melek olan Cebrail peygamberimizin evine girememiş.
        Oysa peygamberimizin kızı Fatıma, Ehli Sünnet kaynaklarına göre vahyin başlangıcında henüz beş yaşlarında bir çocuktu. Şia kaynaklarına göre ise peygamberimizin nübüvvetle görevlendirilmesinden beş yıl sonra dünyaya gelmiştir. Eşi Ali ile evlenmesi ise hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. İlk vahiyler sırasında çocuk oldukları iddia edilen Hasan ve Hüseyin, gerçekte hicretin ikinci yılından sonra dünyaya gelmişlerdir.
        4- Yahudiler peygamberimize Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf hakkında sorular sormuşlar, peygamberimiz de “yarın cevap vereyim” demiş fakat “İnşaallah” dememiş.
        Halbuki Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf'ten Kur'an'da ilk defa 69. sure olan Kehf suresinde söz edilmektedir. Alak suresi ile Kehf suresinin inişleri arasında en az on yıllık bir zaman farkı vardır.
       Gerçekte fetret denen böyle bir dönem yaşanmamış, vahiy kesintisiz olarak devam etmiştir. Aslında Duhâ/3 ayeti, fetret konusuna malze­me yapılmıştır. Birçok çevirmen ve yorumcu bu ayeti, Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı şeklinde anlamış ve ilk vahiyle bu ayet arasında bir fetret döneminin bulunduğu kanısına varmıştır. Oysa Duhâ suresi, iniş sırası olarak 11. suredir. Eğer bu kabulleri doğru olsaydı, ilk vahiyden sonra -bu ayete kadar- hiç vahiy gelmemiş ol­ması veya Duhâ suresi'nin 2. sure olması gerekirdi.
Söz konusu ayetin doğru anlamı, Rabbin sana darılmayacak ve seni bırakmayacak (Duhâ/3) şeklindedir. Yani, bu ayetle Peygambe­rimiz ve misyonu kesin bir dille teminat altına alınmıştır. Bu ayet­teki ifadeler, ayetin içeriğine kesinlik kazandırmak [olacağın kesinli­ğini tembih] maksadıyla geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. Kur’an'da bunun, -Ay'ın yarılması gibi- yüzlerce örneği vardır. Duhâ suresi'nin söz akı­şı da buna delâlet etmektedir.
Bu surenin iniş sebebi, Rabbimizin rahmet ve hidayeti kendine yazmış [farz kılmış] olmasıdır. Daha sonraki ayetlerden öğreneceğiz ki Rabbimiz, Rahman ve Rahîm olmasının bir gereği olarak rahmeti kendi üzerine borç kılmıştır (En'âm/12, 54); hidayeti üzerine yazmıştır (Leyl/12, Nahl/9); her canlıya rızık vermeyi üzerine borç kılmıştır (Hûd/6).
Bu işleri kendine farz kılan Rabbimiz, insanlara hidayet etme­yi [doğru yola kılavuzlamayı]; onlara akıl ve vicdan vermek, pey­gamber göndermek ve kitap indirmek suretiyle yerine getirmiştir.
Yüce Allah’ın hangi şartlarda toplumlara peygamber gönderdiği, Kur’an'ın birçok suresinde doğrudan ya da dolaylı olarak dile getirilmektedir.
Allah’ın yozlaşmış toplumlara peygamberler göndermesi konusundaki ilahî sünneti gereği, tüm insanlık genel bir hidayet çağrısına muhtaç bir durumdaydı. O günün Mekke'sinde de dinî inanç yozlaşmış, bu yozlaşma ve bozulmalar sonucu yüzlerce tanrısı bulunan müşrik bir kitle oluşmuştu. Bu kitlenin giderek tâğûtî bir sistemle entegre olması, doğrudan şirk inancının bir sonucuydu. Her tâğûtî sistemde olduğu gibi, orada da alt kesimdeki insanları hor ve hakir gören yeni firavunlar ve küstah asilzadeler türemişti. Bunlar kendi rabblıklarının ve kurdukları düzenlerin sarsılmaması için ihtirasla gayret göstermekteydiler.
Böyle bir ortamda doğmuş ve büyümüş olan Muhammed b. Abdul­lah, o toplumdan biri olmasına rağmen farklı bir uygulamaya tâbi tutul­muş, Rabbinin özel nimetine mazhar olmuştu. Onun henüz peygamber ol­madan mazhar olduğu bu nimet, Allah'ın tektanrıcı bir müslüman olan İbrahim (as)’e de verdiği "doğruyu bulma yeteneği"nin ona da bah­şedilmiş olmasıydı (Enbiya/51).
O, kendisine bahşedilen bu anlama ve kavrama yeteneği sa­yesinde dalâletten kurtulmuş, tevhîd mücadelesi veren, bu uğurda toplumuyla tersleşen bir kimliğe bürünmüştü. Artık onlardan biri de­ğildi, aksine onların şirkini ve tâğûtî düzenlerini protesto ediyordu.
O tarihte Kâbe, Mekkelilerin halka açık parlamentosu, ibadet merkezi idi. Kâbe’de yaptıkları ibadetler; beytin çırılçıplak ta­vaf edilmesi, ıslık çalarak ve el çırparak namaz kılınması şeklindeki yozlaşmış ibadetlerdi (Enfâl/35). Kâbe’nin içi ve çevresi, sahte tanrıların yüzlerce heykeliyle doluydu. İdare ise yöresel firavunlar mesabesindeki Daru’n-Nedve üyelerinin kontrolündeydi. Ne var ki, artık aralarında onlara karşı koyacak kimse­siz bir adam vardı: Muhammed b. Abdullah.
Kâbe’nin Arablar arasındaki işlevini de dikkate alarak, bir karşılaştırma ve tespit yapmak için önce o günün Mekke'sinin emiri, ke­rîmi Ebu Cehl'i, sonra da yine Mekke'de doğmuş-büyümüş Muham­med b. Abdullah'ı düşünmek gerekir. Ayrıca yine düşünmek gerekir ki, Muhammed b. Abdullah, o günlerde müşriklerin kıldıkları namazdan farklı bir namaz kılmaktadır.
Bu hal ve şartlar içinde, Muhammed b. Abdullah bir gece Kabe'de namaz kılma girişiminde bulunmuş fakat bu arzusu Ebû Cehl tarafından engellenmişti. (Alak/9-10). Bakara/185'e göre Ramazan ayı içinde yer alan bu gece, Duhân/3'teki adıyla "Mübarek Gece", Kadr suresi'ndeki adıyla "Kadr Gecesi"dir. Alak/9-10'da bahsedilen "kul", ittifakla Muhammed b. Abdullah'tır.
Bu tartışma ve namazdan engelleme sonrasında Muhammed b. Abdullah, bulunduğu Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürür. Nitekim bu olay İsrâ/1'de, "Yürüten... Allah tarafından yürütülen" ifadeleriyle anlatılır,
Mescid-i Haram'ı biliyoruz, ama Mescid-i Aksa neresidir?
Kur’an'da geçen Mescid-i Aksa, bugünkü bildiğimiz Kudüs'teki Mescid-i Aksa değildir. Kur’an'da geçen Mescid-i Aksa, Mekke'de; Haram bölgenin kenarında, Taif yolu üzerinde, Cirâne vadisinin yamacında eski bir mesciddir. İslâm'ın ilk yıllarında Kudüs'te bulunan -bu günkü Mescid-i Aksa'nın yerindeki- mescidin adı Beytü’l-Makdis'tir. Beytü’l-Makdis’in inşası Hz. Süleyman'a dayanır. Hicretten 90 yıl sonra Abdülmelik b. Mervan, Beytü’l- Makdis'in yıkıntıları üzerine bugünkü mescidi yapmış ve adını da "Mescid-i Aksa" koymuştur. Kur’an’da adı geçen mescitle ilgisi bulunmamakla beraber Abdülmelik’in yaptırdığı bu mescid de aynı isimle meşhur olmuştur. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi inşaallah İsra suresi'nin tahlilinde ve­rilecektir.
Muhammed b. Abdullah'ın geceleyin yürütülüşünün nedeni, İsrâil'den öğrendiğimize göre, Rabbimizin, ayetlerinden bir kısmını ona göstermeyi irade etmesidir:
Kendisine ayetlerimizden gösterelim diye, bir gece, kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek [bereketli] kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten, her türlü noksanlıktan arınmıştır. (İsrâ/1)
Orada neler oldu?
Ve O, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar yahut daha az kaldı. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti. (...) Andolsun, o, Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü. (Necm/7-18)
Evet, en büyük ayeti gördü: Vahiy aldı, peygamber oldu. İlk aldığı vahiy “ikra!”dır.
Muhammed b. Abdullah artık bir peygamberdir. Bundan sonra sadece Rabbi adına hareket edecektir.
Musa (as) ve Muhammed (as)'in ilk vahiy alışları arasında benzer­lik vardır. Musa bir ateş görür, ateşten bir parça kor almak için ate­şe doğru yürür ve dağa çıkar. Orada bir ağaçtan [görüntü ve ses] tecelli etmesiyle vahye muhatap olur. Muhammed de Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürür ve orada son sidre ağacından bir tecelli ile vahye muhatap olur. (Kasas/30 ve Tâ-Hâ/9-24. ayetleri tetkik edi­niz.)






1 (96). ALAK SURESİ
Rahman, Rahîm Allah Adına
MEAL:
1- Oku! Yaratan Rabbinin adına;
2- ki O, insanı alaktan yarattı.
3- Oku! Senin Rabbin ise ekrem'dir [en üstün olandır].
4- O ki kalemle öğretti;
(Veya: 3-4. Oku! En üstün olan senin Rabbin ise kalemle öğreten­dir;)
5-    insana bilmediğini öğretti.


Ayetlerin Tahlili
1. Oku! Yaratan Rabbinin adına;
İkra sözcüğü, karae fiilinin emir kipidir. Bu sözcük İbranice ve Süryanice'de de mevcuttur. Meselâ, şu anda bile Süryanice'de "oku­mak" sözcüğü için kıryono kullanılır. İkri sözcüğü de "adımla, oku" anlamındadır. Araştırmacılar "ikra" sözcüğünün hangi dilden diğe­rine geçmiş olduğu konusunda kesin bir kanaat sahibi değildirler.
Henüz defter-kitap ortada yokken karae sözcüğü, "hayız kanının rahimde toplanması ve dışarı atılması" anlamına üretilmiş [vaz edil­miş] ve zaman içerisinde de kadınların hayızlı günleri ile hemen arkasından gelen kanamasız günleri kapsayan dönemlerin adı olarak kullanılmıştır. Nitekim sözcüğün Bakara/228'deki kullanımı da bu anlamdadır.
Daha sonra sözcük, istiare [ödünç alma] yoluyla "bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak, başka yerlere nakletmek" anlamında kulla­nılmaya başlanmıştır. "Develerin hamile kalarak yavruyu rahimde ta­şıyıp sonra da doğurmasına" karaet'in-nâqatu denilirdi.
Aynı sözcük, yukarıdakilere ek olarak "harfleri, kelimeleri, cümleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme" ey­lemi için de kullanılmaktadır. Zaten bu sözcüğün "okumak" anlamında kullanılma nedeni de budur.
Ne var ki, karae sözcüğünü "okumak" diye çevirmek yeterli olmadığı gibi, böyle çevrilmesi onun Kur’an'da neden kullanıldığını anlamak bakımın­dan da yanlış sonuç verir. Çünkü Türkçe'de kullanılan "okumak" sözcüğünün karşılığı, Arabça'da "tilâvet"tir. Buna, hazırdaki bir met­ni okumak diyebiliriz. Ancak Kur’an'ın ikra sözcüğü ile bu anlamda bir okumayı kasdetmediği açıktır. Nitekim Biz sana biriktireceğiz ve dağıttıracağız, sen de unutmayacaksın/terk etmeyeceksin (A'lâ/6) ayeti ile Kıyamet/17-19'da tekrarlanan benzer ifadeler de göstermektedir ki, kıraat, "ön­ce bir şeyleri zihinde, kitapta vs. toparlayıp-hazırlayıp, sonra başka­larına sözlü ya da yazılı olarak aktarmaktır.” Bir gazeteyi, dergi ve­ya kitabı sessizce okuyup bir şeyler öğrenmek, kıraat sözcüğünün ifade ettiği "okumak" değil; tilâvet sözcüğünün ifade ettiği "okumak"tır. Görüldüğü üzere ikra sözcüğünün temel anlamı tek bir sözcükle ifade edilememektedir. Meal ve tahlilde ikra sözcüğüne "oku" diye anlam vermiş olsak bile, doğrusu açıkladığımız gibidir. Bu husus dik­katten kaçırılmamalıdır.
Bu durumda, konumuz olan ikra emrinden, Peygamberimizde bir şeylerin biriktirileceğinin ve sonra da bunların yine ona dağıttırılacağının anlaşılması gerekir. Diğer bir ifadeyle, Peygamberimiz Allah'tan bir şeyler öğrenecek; öğrendiklerini de insanlara sözlü veya yazılı olarak öğretecektir. Kendisine ikra ile emredilen [verilen görev] işte budur. Bu konuda şu ayetlere bakılabilir: İsrâ/14, 45, 93, 106; Nahl/98; Şu'arâ/199; A'râf/204; İnşikak/21; A'lâ/6 ve Müzzemmil/20.
Ancak unutulmamalıdır ki, bu ayetler kendisine vahyolunduğu zaman Peygamberimiz henüz neyi okuyacağını, zihninde neyi topar­layacağını, neyi depolayacağını, neyi taşıyacağını ve neyi dağıtacağı­nı bilmemekteydi.
Hûd/1’de belirtildiği gibi, Kur’an'ın önce ihkam [yasalaştırma], sonra tafsil [detay, ayrıntı] üslûbu doğrultusunda olmak üzere, Kur’an'ın önsözü mahiye­tinde olan bu surede işaret edilenler, ileriki ayet ve surelerde detaylandırılacaktır,
Kur’an sözcüğü de bu kökten türetilmiş "furkan" kalıbında mas­tar ve isimdir.  Allah’ın son vahyine isim olarak koyduğu bu sözcük, "emir, nehiy, kıssa, toplanıp dağıtılan [Allah'tan alı­nıp, kullara tebliğ edilen], Allah'tan öğrenilip kullara öğretilen" anlamına gelmektedir.
Özetle, ikra emri, toplamak ve dağıtmak anlamı ekseninde "vahyolunacakları zihninde toparla/oku/dağıt, tebliğ et" anlamına gelir.
Verilen görev, Yaratan Rabb adına olup yerine getirilecek görev­de kişisel bir amaç ve çıkar söz konusu değildir.
Peygamberimiz bundan böyle Rabbini de yavaş yavaş tanıyacak­tır: Yaratan, ekrem [en üstün olan], kalemle öğreten... Daha sonra Rabbülalemin [tüm yaratıkların programcısı], Rahman [çok merha­metli], Rahîm [hep merhametli], Mâlik-i yevm'id-dîn [karşılık gününün hükümdarı], Rabb'ul-felâk [çatlamanın programcısı], Rabb'un-nâs [insanların programcısı], Habîr [her şeyden haberi olan]... Vahiy geldikçe Rabbimizin "Esma-i Husnâ" dediğimiz güzel isim ve sıfatları da yavaş yavaş öğrenilecek ve Rabbimiz kendisine layık bir şekilde tanınacaktır.
Rabb, "terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten" demektir. Rabb kavramı, "yaratan" ve "ilâh" gibi kavramlarla karıştırılmamalıdır.
Allah'ın rabb özelliği zerreden kürreye her nesne üzerinde ilk var oluşundan itibaren başlayıp son aşamaya kadar devam eder. Hiç­bir varlık bu programdan ayrı değildir. Rabb sıfatı Kur’an'da en çok yer alan sıfattır. Öyle ki, tam 903 kez yer alır.
2. ki O, insanı alaktan yarattı.
Alak sözcüğü, kelimenin sözlük an­lamlarının dışında olarak eski tefsirlerde "kan pıhtısı" şeklinde karşılanmıştır. Bunun nedeni, ya ilk Yunan hekimi Hipokrat ve takipçilerinin etkisi, ya da düşük ya­pan bir kadında, düşük halindeki ceninin rahim kanıyla karışık gö­rüntüsünün kabaca izlenimiydi.
Alak sözcüğü, "birleşmek, bitişmek, asılı olmak, cezp etmek, gö­nülden sevgi ve aşk" anlamlarına gelir.
İnsanın yaratılışındaki "alak" evresi, "nutfe" evresinden sonradır (Mü'minûn/14, Hacc/5). Nutfe tarafından döllenen yumurta, rahime yapışır. Böylece embriyon, rahim üzerinde bir kök oluşturarak rahi­me çengelle asılmış gibi bir görünüm arz eder ve o kök ile beslenir. Ra­hime asılı bu döllenmiş yumurta adeta bir parazit pozisyonunu an­dırır. Başka bir ifadeyle aslında bu "larva", yani embriyon kurtçuğu, parazitin bizzat kendisidir. Cenin, hamilelik süresince bir parazit ola­rak anneden beslenir.
Bu ayetten şu anlamları çıkarmak mümkündür:
Allah en basit, en olmadık şeyden mükemmel insanı yaratandır veya kibirli olanı [Ebu Cehl'i ve benzerlerini] pis bir şeyden yaratan­dır. İnsanın evveli cife [iğrenç şey], ahiri lâşedir [leş]. Öyleyse bu ki­bir niyedir?
Esasen, sadece insan değil, canlıların birçoğu da alak'tan yara­tılmıştır. Ayette sadece insanın zikredilmiş olması, biyolojik canlılar içindeki tek akıl sahibi olup teklife muhatap alınması sebebiyledir.
Ayetten işaret anlamı olarak “koskoca insanı küçücük bir hücreden yaratan Rabbin, bir Muhammed'den de koskoca bir ümmet yaratacaktır” mesajı da alınabilir.
Alak/embriyonun mahiyetinin bu ayetin indiği dönemde henüz tam bilinmediği dikkate alınırsa, bu ayet içeriği itibariyle bugün mucize niteliği de taşımaktadır.
Anlatımlar Ebu Cehil’in şahsında tekil insana yönelik olmasına rağmen tüm insanlığı içine almaktadır.
3. Oku! Senin Rabbin ise ekremdir/en üstün olandır.
Bu suredeki "rabbike" [senin Rabbin] ifadesi, Fatiha suresinde "Rabbi’l-âlemîn" [âlemlerin Rabbi] olacaktır.
Ayet mealinde karşılığı [ise] olarak verilen vav, ayetin anlamı açısından son derece önemlidir. Çünkü vav sözcüğünün oradaki kullanılışı, cümlede bir mukayese yapıldığını göstermektedir. Ebu Cehl'in Kabe'de namaz kılan, sosyal faaliyetlerde bulunan Muhammed (as)'i engelleyişi ve hezeyanları, mukayese edilenin Ebu Cehl olduğunu gösterir. Yani, "o [Ebu Cehl] kerîm [cömert, saygın] ise, se­nin Rabbin ekrem'dir [en cömert, en saygın, en üstün olandır] anlamı ortaya çıkar.
Ayetdeki vav ihmal edildiği için meal ve tefsirlerin çoğunda "ise" sözcüğü bulunmamaktadır. Bu yüzden de ayetin işaret ettiği Ebû Cehl'in kerimliği akıldan uzaklaşmakta ve cümle sağlıklı olarak anlaşılamamaktadır.


4-5. O ki kalemle öğretti; insana bilmediğini öğretti.
(Veya: 3-4. Oku! En üstün olan Rabbin kalemle öğretendir;)
Allah, Kendisini Peygamberimize tanıtmaya başlıyor: Rabb, yara­tıcı, en cömert, en üstün ve bilgilendirici...
Kullar açısından en önemli, en gerekli şey ilimdir. Demek isten­mektedir ki, bundan sonra Allah ilim akıtacak, vahyedecek ve Peygamber de onları toparlayacak; ezber edecek, yazdıracak ve in­sanlara tebliğ edecektir.
Peygamberimiz tâğûtla, tuğyanla, şimdilik ilimle mücadele etme­li; yani herkesi bilgilendirmeye çalışmalıdır.
Kalem ilmin sembolüdür. İşaret anlamıyla, gönderilecek va­hiylerin kalemle yazılmasının, zapturapt altına alınmasının gereği­ne işaret eder. Zaten Peygamberimiz de her ayeti kâtipler eliyle ya­zılı hâle getirmiştir.

19 Şubat 2012 Pazar

Okumak hayattır, hayat okumaktır.

OKUMAK; HAYATTIR, HAYAT; OKUMAKTIR!

İnsanoğlu, iki olgu temelinde yaratılmış bir varlıktır. Bunlar beden ve ruhtur. İnsanoğlu bu iki yönüne değer verdiği oranda insan olma liyakatini kazanacaktır. Sadece beden yönünün tatmini ile ilgilenen insanların diğer canlılarla farkı azalmış olacaktır. Diğer canlılarda da doğma, ölme, beslenme, uyuma v.b canlılık özelliği vardır. Bu halde "ben insanım" demesi için bir kişinin, diğer canlılardan kendinden kaynaklanan bir farkının olması gerekir. Aksi halde hayatı/yaşamı insan düzeyinde algılayamaz, kendini basite indirgemiş olmaktan kurtaramaz.

Ruh, yani insanı insan yapan/değerli kılan erdemlerin meydana getirdiği öz kişilik. Düşünün beden-i zevklerle, behimi duygularla ruhu inşa etmeye çalışan zavallıları, bilmezler ki onlar ruhlarını donduruyorlar ve hayatlarında kişilik sahibi olma alanlarını yok ediyorlar. Kişilik ancak insani/ilahi erdemlerle inşa edilirse gerçek, öz yapısına ulaşmış olacaktır ve sarsılmaz, sağlam bir hayat algısı meydana gelecektir.

İnsan şunu iyi bilmelidir ki, bedeni ihtiyaçlara fiyat biçilir, ruhi ihtiyaçlara da değer biçilir. Siz değere fiyat biçemezsiniz. Sevgiye, sadakate, fedakarlığa, inanca v.d kişilik oluşumunda olmazsa olmaz malzemelere fiyat biçemezsiniz. Bu malzemeleri ancak bozulmamış fıtrata sahip olanlar yerinde kullanır. Hırsızlığı karakter haline getirmiş birinin diğer hırsız arkadaşına karşı fedakarlığı fedakarlık değildir. Bu, böyle güzel erdemleri, mesleklerinde koordineli kullanmaktır. Yani menfaat gereğidir. Onun için bazı tiplerin özünde iyiliği barındırmadığı halde iyi davranışlar sergilediği görülür, bu o kişinin iyi olduğu anlamına gelmiyor iyiliği kullandığı anlamına geliyor. Bundan dolayı insani/ilahi meziyetleri ancak insani/ilahi gayeler için kullandığınızda taşı gediğine koymuş olacaksınız ve tutarsızlıktan korunmuş olacaksınız.

Evet, insan sağlam bir kişilik oluşumunu; sağlam bir düşünce yapısıyla, sağlam bir düşünce yapısını ise değişmez hakikat temeline uygun, okumalarla gerçekleştirebilir. Okumak, insan düşüncesinin besin kaynağıdır. Okuma hayatı olmayan insanların düşüncesi bitkisel hayattadır. Okumak, katran karası cehalet elbisesini (modern zamanlarda bu elbise toz pembe görünür.) yırtacak bıçaktır. Okumayı basite alanlar ya da önemsemeyenler dış görünümlerini iç görünümlerine maske yapmaya mahkumdurlar. Dışlarını güzelleştirirler ya da yakışıklaştırırlar ki iç dünyalarındaki tutarsızlıklar ortaya çıkmasın.( temiz ve düzenli olmaya kastım yok, amaç değil araç olarak kullanıldığını kastediyorum)

Sizce insan bu şekilde mi yaşamalı? Hayatını basit birkaç amaca mı idealize etmeli?

Konuşmak bir nimettir. Ancak konuşabilmek kolay değildir. Ağzımızdan çıkan kelimeler zihnimizde oluştuktan sonra çıkar. Yani insan konuşacağı şeyi zihninde tasarlar sonra söyler. Elemeden geçirir söyleyeceği sözü, doğruysa söyler yanlışsa susar. İşte okuyanlar beyinlerinde bu eleme sistemine sahiptirler. Dikkat ederseniz bu eleği taşımayanlar ölçüp tartmadan ağızlarına geleni söylerler. Amaç, konuşmak için konuşmak olursa ortaya bu çıkar. Bütün sessizleri de okuyanlar safına koyamayız tabi ki. Çünkü bazı sessizler bildiğinden değil bilmediğinden dolayı konuşmuyor.(diğerlerinden daha erdemlice bir davranış.) Burada okumanın farkı ortaya çıkıyor. Amacımız okumanın önemini ortaya çıkarmak. Bu önemin farkına varanlar hemen istikrarlı bir okuma hayatını inşa etmelidirler. Aksi halde ağzından neyin çıkacağı emin olunmayanlardan olurlar. Hani derler ya " o konuşmasın, o konuşursa işi berbat eder." İşte bunlardan olursunuz. Ya da işi berbat etmemek için kendinizi ebedi bir suskunluğa mahkum edersiniz. İçindeki duyguları anlamlı bir şekilde kelime kalıplarına dökememek, bunun stresini yaşamak, bilmeden ruhumuzu kar gibi erittiğimizi, kendimiz hiçleştirdiğimizi, kendimizi nötr hale getirdiğimizi gösterir. Kişi, iç dünyasındaki hareketliliği anlamlı bir şekilde dışa vurarak insan olduğunu anlayabilir. Edeplice ve erdemlice bir dışavurum gerçekleştirmek için edeplice ve erdemlice bir okuma hayatımızın olması gerekiyor.Aksi halde suskunluğumuz iki duvarın birbirine olan suskunluğu gibi, konuşmamız da iki gevezenin birbirine anlattığı şeyin sonucunda sıfır artı sıfır elde var sıfır sonucuna gittiği gibi olur. Oysa ki suskunluğumuz içinden konuşmak, konuşmamızda dıştan düşünmek şeklinde tezahür etmeli.

Okumak; insanı alçaltan, basitleştiren içgüdülerinden koruyan bir eylemdir. Zaten okumayan insanı, beyni mi konuşturuyor yoksa keyfi mi konuşturuyor bunu kolayca anlarsınız. İşte bu koruma sistemini hayatlarında aktifleştirmeyenler; ellerine ne verirseniz, önlerine ne koyarsanız sadece onlarla yetinip, bir şeyleri kendi üretme derdine düşmeyen, hep tüketen ve dolayısıyla hep şikayet eden bir tip olmaktan öteye gidemezler. Okuyan insan her önüne geleni şıp diye kabul etmez, ölçüp tartmadan. Görüyor musunuz okuyan insanın içinde bir tartı var. Olması da gerekmez mi her insanın içinde? Başkasına göre değil içindeki bozulmamış o temiz fıtrata göre tartan bir tartı? Ölçüsüzlüğü kim ister? Her önümüze geleni yutacaksak peki neden aklımız var? Var olan aklımız çalışmıyorsa demek ki onu çalıştıracak enerjiyi vermiyoruz. Bu enerji çok boyutlu okumaktır.(tek boyutlu değil.)

Ayrıca şu önemli açıklamayı yapmalıyım: Okumaktan kastım lise, üniversite, doktora okumaları değil. Sadece bu okumalarla yetinenler tek tipleşmekten kurtulamazlar. Okul hayatı hayat okuluyla boy ölçüşemeyecek kadar güdüktür. Kastettiğim okuma; insanı, kainatı okumaya, çevreyi okumaya, geçmişi okumaya ve en önemlisi insanı okumaya, insanı değişmez olan hakikate götüren okumalardır. İşte bundan dolayı insanı yaratan, gönderdiği hayat kılavuzunda insanı ilk yönlendirdiği eylem (çok boyutlu) okuma eylemidir.

Okumayı içselleştirenler, özden ve özünden okumayı kendine vazife bilenler, bu eylemin bilincine sahiplerdir. Okuyanla okumayan arasında ne kadar büyük fark var ise, okuma eyleminin bilincine vararak okuyanla, okumayı sadece yatmadan önce yarım saat okumak olarak algılayan, kişilik oluşturmayan okumalar arasında bir o kadar fark var diye düşünüyorum.

Kişi, hayatında çok boyutlu bir okuma eylemine girmelidir… Kainat okunması gereken büyük bir kitaptır… Arayış içerisine girenler göreceklerdir ki aradıkları, işte bu büyük kitabın yazarıdır. Kainatı okuma eylemi; insanı, güneşten tutun da ta karıncaya kadar tüm canlıları umursatan ve onlar üzerine düşündüren bir eylemdir. Bu düşünme eylemi kişinin ufkunu açacaktır ve ondan sonra soru sorduracaktır. Sormak… Aramak… Bu eylemleri insan değil de kim yapacak? İşte size büyük bir soru: "Kainat?!" Sizce kişi bu sorunun cevabını aramamalı mı?... Çevresinde gelişen olaylara bigane kalan, işte; okumayan ve umursamayan insan budur… Sormak erdemdir… Aramak erdemdir… Bunların ürünü de anlamak ve bulmaktır. Kainattaki muhteşem dizaynı anlayan kişi, umarım okumayı sevecektir. Çünkü ruh, anlamlı ve manalı şeyleri kabul eder, sever. Bu da insanın anlamsız ve manasız şeylerle işi olmadığını gösterir. Dolayısıyla insan anlam ve mana taşıyan kitapları okumaya kendini mecbur hissedecektir.

"Merak ilmin yarısıdır." derler. Anlamsız ve manasız merak da cehaletin yarısıdır. İnsan merakını olumlu yönde kullanmalıdır. Kainatı okuyabilmek için zihin dünyamızı buna hazır hale getirmeliyiz. Bunun için zihnimizdeki faydasız ve dahi gereksiz bilgileri kapı dışarı etmeliyiz. Çünkü faydalı, faydasızın yanında duracak kadar toleranslı değildir. Muhakkak biri insanın iç dünyasına hakim olur. Yani kişi, "faydasız işlerle çok uğraşır ama ara sıra faydalı işler yapar o da çok belli etmez."diye algılanır insanların zihninde ya da bunun tam tersi. Okumaya talip olan kişi, içinde bu mücadeleyi başlatmalıdır. Bedene anlam verenin ruh olduğunu, ruha anlam verenin bilinçli ve olumlu eylem olduğunu (yani bilerek yapmak, laf olsun diye değil) ve bunu da sağlam ve çok boyutlu bir okumayla gerçekleşeceğini bilmelidir.

İnsan küçük kainattır… Kainatın özetidir… İnsan kitabını okuyan kişi görecektir ki, kainat kitabını yazanla insan kitabını yazanın aynı olduğunu. Kainatı ayrıntılı olarak yazan, insanı da bunun özeti yapan bize ne demek istiyor? Bunu da yazı diliyle gönderdiği kitaptan anlayabiliriz. İnsan kitabını okumanın çok önemli bir faydası vardır: "haddini bilmek" yani kişi kendi yaratılış programını anlarsa o zaman insanların birbirlerine hakimiyetleri söz konusu olmaz çünkü herkes haddini bilir. İnsanı okumak; şu öz cümleyle ifade edilebilir: "kendini bilen, rabbini(terbiye edicisini) bilir." Okumak, kişiyi duygularının altında ezilmekten korur. Duygularını, hislerini terbiye edemeyenler çok boyutlu okumayla dengelerini bulabilirler. İnsan da denge çok önemli bir unsurdur. İnsanı okumaya başlayan kişi bunu daha iyi fark edecektir. Kimileri duygularını bastırmayla kimileri de bunun tam tersi olan duygularının önünü açmayla aynı dengesizliği hayatlarında var etmiş olacaktır. Peki denge nedir? Denge, kişinin kendisini yaratılış programına göre terbiye etmesidir. Yaratılış programını ancak sizi yaratandan öğrenip ona göre terbiye olmalısınız. Bunun dışındaki terbiye metotları hep hüsranla sonuçlanacaktır. Çünkü yaratılış programına uygun değil. İnsan bu nokta da serbest bırakılmıştır. İstediği şekilde inanır ve yaşar ancak yaptıklarının hesabını vermek şartıyla… Bakın insanı okumak bizi nerelere götürüyor. Günlük gazete okumalarına benzemiyor ya da yatmadan önce yarım okumaya benzemiyor değil mi? Bu okumaları hafife almıyorum sadece bunlarla yetinmenin yaratıcının ilk yönlendirdiği bilinçli okuma eylemine uygun olmadığını söylemek istiyorum… Bu arada varın siz bunları yapmayanları düşünün.

İnsan çok değerli bir varlıktır. Değerini kaybetmemek için bilinçli okuma eylemini başlatmalıdır. Dostlar dikkat edin bize bu değeri veren, verdiği bu değerle değer üretmemizi istiyor. Onun verdiği değerle değer üretmeyen verilen değerden de mahrum kalacaktır. Öyle değil mi? Siz birine yardım ediyorsunuz yatırım yapması için yani üretim yapması için. Peki o, bunu boş yere harcarsa, elinde olanı kaybetmekle beraber kendisine bir daha yardım edilmekten de mahrum kalmaz mı? İnsan da kendisine verilen bu değeri, kendisini yaratılış programına göre tanıyarak/okuyarak koruyabilir.

Okumak, ekmek gibi su gibidir. Ekmekten kendini mahrum eden bedenine zarar verir. Okumaktan kendini mahrum eden ruhuna zarar verir, üzerine bina edeceği kişiliğinin temelini sarsar. Şunu da biliyoruz ki; ruhuna zarar verenler, bedenleriyle yaşadıklarından geçici zevkler alırlar ve hep ruhlarının iniltisini duyarlar.

Bu yazımızda okumanın, insan ve kainat kitaplarını okumanın öneminden bahsettik birde okuma deyince ilk akla gelen kağıtlara yazılmış iki kapak arasına sığdırılmış kadim bir bilgi taşıyıcısı olan kitaplardan ve onların hayatımızda edinmesi gereken yerinden bahsedeceğiz.

Okumak hayattır, hayat okumaktır. Okumayı hayatlarında aktifleştirenler, hayatı okumaya namzettirler.

Okumaya, Hayatı Okumaya, Hayatı Doğru Okumaya ve Kendini Keşfe Dair

İlyas TURHAN

Merhaba Sevgili Dostlar,
‘İnsanı tanımaya kalkanlar, öğrenme kabiliyetinin insanı insan eden temel ayrıcalık olduğunu fark edeceklerdir. Diğer tüm meziyetlerinin “bilme” ye bağlı olduğunu hayretle göreceklerdir.’ diyor Mustafa İslamoğlu, Şahsiyetli Bir Topluma Doğru Tavsiyeler adlı eserinde…

Yani insanlık öğrenmekle başlıyor… Öğrenerek biliyor insan… Bilerek de uyguluyor… Doğruyu uyguladıkça da kemale eriyor… Öğrenmek = okumak tabii… Kitabı belki… Belki hayatı… Okumak güzel şey ve öğrenmek ve bilmek… Dikkat etmek lazım; okuduklarımıza, öğrendiklerimize, bildiklerimize, uyguladıklarımıza… Hayat bu, belki üç yanlış bir doğruyu götürmüyor ama bazen öğrendiğimiz yanlışlar hayat yarışında bizi çok geride bırakabiliyor…

Okuduklarımıza dikkat edelim, öğrendiklerimiz oluyorlar… Öğrendiklerimize dikkat edelim, bildiklerimiz oluyorlar… Bildiklerimize dikkat edelim, uyguladıklarımız oluyorlar, davranışa dönüşüyorlar… Davranışlarımıza dikkat edelim, karakterimizi oluşturuyorlar… Karakterimize dikkat edelim, çok çabuk oluşmuyor ve çok çabuk değiştirilemiyorlar… Ve tekrar geri dönüyoruz; Gelin Okuduklarımıza Dikkat Edelim… Gelin Dikkat Ettiklerimizi de Çok Okuyalım… Ve Gelin Kendimizi Keşfedelim… Okuyarak, Öğrenerek ve Düşünerek…

Okumak, Hayatı Okumak, Hayatı Doğru Okumak ve Kendimizi Keşfedebilmek Ümidiyle…

***********************************************************************

Bir Beyit

Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen,

Merdüm dîde-i ekvân olan âlemsin sen… Şeyh Galib

Ey insan! Kendini iyi tanı... Çünkü sen âlemin özüsün

Ve kâinâtın gözbebeği kıymetinde bir âlemsin.

**********************************************************************

Düşündürenler

Dünyanın en namuslu, en dürüst, en erdemli adamına altı satır yazı yazdırın, onu giyotine gönderecek en az bir açığını yakalarım… ‘Kızıl Kardinal’ Richeleu

Geç gelen teselli, idamdan sonraki affa benzer… Shakespare

Dürüstlükle namus, beraber bulundukları bütün hisleri süslerler… J. J. Rousseau

Her neredeysen, elinden her ne geliyorsa, en iyisini yap… Theodore Roosevelt

Affetmek zaferin zekatıdır… Hz Muhammed (S.A.V)

İslamiyeti kurtarmayı bırakın, İslamiyetle kurtulmaya bakın… S. Ahmed Arvasi

***********************************************************************

Hisseye Kıssa

Hisse:

Hayat bir yolculuk dostlar, götürebileceklerimize ehemmiyet vermek lazım…

Kıssa:

Genç bir adam, ülkenin uzak bir şehrinde yaşayan bir bilgeyi ziyaret etmek ister… Uzun süren bir yolculuktan sonra şehre varır… Bilgenin evine misafir olur… Evde hiçbir lüks eşya yoktur… Sadece kitaplar ve oturmak içinde minderler vardır… Evdeki tek mobilya, okumak için ayrılmış küçük bir sehpa ve eski bir iskemledir… “Sizin hiç mobilyanız yok mu?” diye sorar genç adam hayretle… “Peki seninkiler nerede?” diye karşılık verir bilge… “Benimkiler mi?” der genç adam… Şaşırmıştır.. “İyi de” der “Ben yolcuyum, biliyorsunuz…” ve veee “Ben de öyle” der bilge, “Ben de yolcuyum…”

***********************************************************************

Tebessüm

Ateist bir adam bir gün ormanda geziyor ve etrafındaki güzelliklere bakıyor, ‘Evrim ne güzellikler yaratıyor! diye düşünüp, mest oluyormuş…


Birden arkasında kocaman bir ayı belirmiş ve onu kovalamaya başlamış…
Adam bütün gücüyle kaçıyor ama her arkaya dönüşünde ayının daha hızlı olduğunu fark ediyormuş… Dakikalarca süren bir kaçışın ardından adamın ayağı yerdeki bir dala takılmış, ayı adamın üzerine atlamış, pençesini kaldırmış, tam vurmaya hazırlanırken adam 'Allah’ım!’ diye bağırmış.

Bir anda zaman durmuş, ayı başta olmak üzere her şey donmuş, ormandaki nehir akmaz olmuş, bir anda orman kararmış ve gökyüzünden bir ışık huzmesi adamın üzerine parlamış…


Çok derinden gelen ilahi bir ses adama; 'Yıllarca bana inanmadın, yaratılışı kozmik bir kazaya bağladın, sana bu durumda yardım etmemi mi istiyorsun? Seni sevgili bir kulum mu saymalıyım?' demiş.


Adam utanç içinde: 'Biliyorum bunca yıldan sonra dindar biri olmayı istemem haksızlık, ama hiç olmazsa ayıyı dindar yapabilir misin?' demiş. 'Peki' diye karşılık verilmiş ve ışık kaybolmuş.


Nehir tekrar akmaya başlamış her şey eski haline dönmüş. Ayı iki pençesini de göğe doğru çevirmiş ve konuşmaya başlamış;


'Allahım!, senin rızan için orucumu tuttum… Senin verdiğin rızıkla orucumu açıyorum… Hamdolsun verdiğin nimetlere... Bismillahirrahmanirrahim…'

***********************************************************************

Geniş Ufuk

İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verir… Piknik yerine vardıklarında anne yemeği hazırlarken, çocuklar babalarıyla birlikte yürüyüşe çıkarlar… Uzun bir yürüyüşten sonra oldukça yorulan küçük çocuk yalvarırcasına bakan gözlerle, “Babacığım çok yoruldum, Lütfen beni kucağında taşır mısın?” der. .. Baba; “Ben de yorgunum oğlum” der demez, çocuk ağlamaya başlar… Baba tek kelime etmeden ağaçtan bir dal keser, dalı bıçakla biçimlendirip, çocuğa zarar vermeyecek biçimde yontar. Sonra dalı oğluna verir. “Al oğlum, sana güzel bir at” der ve çocuk sevinçle dal parçasından yontulmuş ata biner ve sıçrayarak, ata vurarak annesinin yanına doğru gitmeye başlar… Babasını ve ablasını geride bırakmıştır bile...

Baba gülerek kızına: “İşte yaşam budur kızım...” der “Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin... İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşeyle yoluna devam et... Bu at; bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir ya da bir çocuğun tebessümü olabilir...”

Değnekten de olsa her daim bir at bulabilmeniz temennisiyle…

***********************************************************************

Ve Veda

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış… Büyüğünün adı Halil, küçüğünün ise İbrahim... Halil, evli ve çocuklu, İbrahim ise bekârmış... Ortak bir tarlası varmış iki kardeşin... Ne mahsul çıkarsa, ikiye pay eder, geçinip giderlermiş…

Yine harman yapmışlar buğdayı ve ikiye ayırmışlar... İş kalmış taşımaya… Halil, bir teklif yapmış: “İbrahim kardeşim;” demiş “Ben gidip çuvalları getireyim… Sen buğdayı bekle.” “Peki,” demiş İbrahim... Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... O gidince, düşünmüş İbrahim: “Abim evli, çocuğu da var… Daha çok buğday lazım onun evine… “ ve kendi payından bir miktar atmış onunkine... Az sonra Halil çıkagelmiş... “Haydi İbrahim” demiş, “önce sen doldur da taşı ambara…” “Peki” demiş İbrahim… İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşmüş yola… O gidince de, Halil’i bir düşünce almış “Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var ama kardeşim bekâr… O daha çalışıp, para biriktirecek… Ev kurup evlenecek…” diye düşünmüş Halil ve kendi payından atmış kardeşininkine birkaç kürek...

Hasılıkelam Halil ayrıldığında İbrahim, İbrahim ayrıldığında da Halil kendi payından kürek kürek atmış kardeşinin hissesine… Böylece sürüp gitmiş ama biribirinden habersiz... Nihayet akşam olmuş, karanlık basmış... Görmüşler ki, bitmiyor buğdaylar, hatta azalmıyor bile...

Hak Teala bu hali çok beğenmiş.. Buğdaylarına bir bereket vermiş, bir bereket vermiş ki... Günlerce taşımış iki kardeş, bitirememişler... Şaşmışlar bu işe... Aksine çoğalmış buğdayları… Taşıdıkça çoğalmış…. Çoğaldıkça taşımışlar… Dolup taşmış ambarları...

Ve bugün ne zaman 'Bereket' dense , bu kardeşler gelir akla …

Bu bereketin adı : Halil İbrahim Bereketidir…

Mevla Evinize, Aşınıza, İşinize, Ömrünüze, Evvel ve Ahirinize Halil İbrahim Bereketi Versin…

Yâr ve Yardımcınız Olsun…

Selam ve Dua ile…

İnsanı Okumak Hayatı Okumak

İnsanı Okumak Hayatı Okumak
Köksal Alver

Her hatıra, anı, portre yazısı yahut kitabı okuduğumda tarifi imkânsız duyguların serbestçe aktığını hissederim içimde. Anlatılan bir insandır, anlatılan canlı kanlı bir hayattan kesitlerdir ve insanın bu hikâye karşısında hissiz kalması mümkün değildir. İnsan insana bu denli mi yapışır kalır, bu denli mi insan insanla örtüşür? Sözü edilen "yapışma" ve "örtüşme" kelimelerini "tıpkı" yahut "tıpatıp" anlamında kullanmıyorum. O türlü bir örtüşme ne kadar heyecan verebilir ki? Anlatılan hayat hikâyesinde insanın kendini görmesi yahut görmemesi ayrı bir husus. Ancak temelde olan o metinde bir insanın hayatının akıp gitmesi, akıp giden hayatın okura el sallamasıdır. Ve okurun da oradan kendine bir hisse alması, kendine bir şeyler taşımasıdır. Bundan olacak hatıralar, anılar, portre yazıları bir duygu selinin doğmasının da habercisi olur.

Coşku ve hüzün, bu türlü okumalarda beni hemen sarıverir. Bundan olacak, hiçbir yazıyı baştan sona nefessiz okuyamam. Mutlaka duraklarım olur: notlar alırım, yerimden kalkıp biraz yürürüm, mekan değiştiririm, pencereden dışarıya bakıp düşünürüm. Bu içimin dayatmasıdır adeta. Durduramam, başka yöne çeviremem. Ona uyarım. Sonra tekrar kitaba ve yazıya dönerim. Neden coşku ve hüzün? Hayatı en iyi bu kelimelerin/duyguların karşılamasından mıdır? Hayat gibi coşku ve hüzün kelimelerinin de şah kelimeler oluşundan mıdır? Belki. Ama bence işin içinde hayatın oluşu, bu iki duygunun belirmesinin nedenidir. Hayatın kaynağı başka nedir ki? Ve insan hayatı tam da coşku ve hüzne batıp çıkmaların bir dökümü değil midir?

Hayat mutlaka bir mücadele, bir çırpınma, bir çile, bir emek ile kurulmaktadır. Hatıralar, anılar sanki bu yalın gerçeği tekrar tekrar hatırlatmak için ortadadır, ordadır. Hayatın ne denli muhteşem ve kırılgan olduğunun tescili olsun diye sanki yazılır anılar, hatıralar. Bundan olacak hatıralar ve anılar hayata batıp çıkmanın bir hali olarak görünür gözüme. Ve insan en çok da yaşama halleriyle bu metinlerde nasıl da yanışımdadır, benimle kol koladır.

Anlatılanın kim olduğu mühim midir? İlk bakışta elbette. Tanıdığımız, sevdiğimiz, hayatını merak ettiğimiz ve hatta kendimize örnek aldığımız birisinin hayatı ister istemez bizi kendisine daha bir çekecektir. Kendi bölgemizden, ülkemizden, dinimizden, kültürümüzden, mesleğimizden, ideolojimizden birisinin hayatında kendimizi bulma ihtimali de bizi ona bağlayacaktır. Ne ki başka dinlerden, başka kültür ve ideolojilerden, bize uzak hayatlardan örnekler de bizi kendine çekebilmektedir. Bunu sağlayan akımın sadece insan olduğunu bilmek gerek. Yalın insan halleri, her şeyi ve her ülküyü içerebilmekte, kuşatabilmektedir. Yalın insani duygular her insanın içine akabilmekte, her insanın içine bir ateş atabilmektedir. İnsanın insana değdiği nadir anlar bu anlar olsa gerek. İnsanın insana yaklaştığı, dokunduğu ve de insanın insanı hayatıyla, düşünceleriyle, inancıyla, çilesiyle dokuduğu...

Şimdi bir hatıra kitabının sayfalarında ilerliyorum. Her sayfada insanlar, insanın binbir halleri... İnsan yüzleri ve o yüzlerden akan mânâlar. İnsan hayatları ve o hayatların binlerce hayata eklemlenmesi ve binlerce hayattan ayrılarak kendi izlerini varetmesi... Her hayatın kendi izinde muhteşem sütunlar dikivermesi... Her hayatın kendi insanına giyinmesi ve tüm gözlerin dolaştığı mekanlarda, zamanlarda yürümeye başlaması... İnsanı okumak, hayatlara dalıp çıkmak, hayatlardan kendi hayatına engin bakışlar atmak...

Hayat,Okumak ve düşünmektir

Hayat,Okumak ve düşünmektir - Mehmet kızılay

Yalnızlığın demokratlığındansa, vuslatın krallığını isterim. Sevgisizliğin tokluğundansa sevginin açlığını, ikiyüzlülüğün hükümranlığındansa aşkın esaretini isterim. Monotonluğun girdabında sürüklenen bir hayatın sıfır riskli yürüyüşüne sahip olmak yerine, maceranın riskinin zirvesinde seyreden bir hayatın koşuşturmacı serüvenine talibim. Gelenekselci ya da muhafazakâr olmamak bunu gerektirir aslında

Biçare bir yaşam içerisinde, hüzzam alınganlıkların terekesinde yol yürümenin, derin mutluluğunu yaşamamış olsam, umut ve aşk adında öncü kuvvetlerim olmasaydı, belki de bu tuhaflık algısına neden olan özgüveni yerli yerine oturtmakta güçlük çekebilirdim. Bu özgüvenle ben aşkı ve ihaneti kolaylıkla seçebiliyorum. Bu özgüven algısını dar halkalarda, birbirinin gözlerinin içine bakmaktan başka yere bakmanın çaresinin de arayışının da olmadığı mekânlarda öğreniyor insan. Burada terbiye oluyor afakî hisler. Aşkın ayyuka çıktığı yerde, dur diyebilme feraseti buralarda olgunlaşıyor..

Hayatın her yeni görüngüsü beni telaşa gark etmek şöyle dursun, yeni sürprizlere karşı daha da bileyliyorsa, yüreğimdeki aşkın nüvelerinin bile birer tohum hükmünde olmasından kaynaklanıyordur. Tohumun atom hükmünde olduğu, atom kadar güçlü tesir ettiği zamanlarda bile aşk diyebilmenin sırrı burada gizlidir. Aşk çok önemli iki unsurla ayakta kalabilir. Birincisi sevgi, ikincisi sadakat. Sevginizden eminseniz ve sadıksanız bu karşıdakine de inanma gücü bahşediyor. Siz yürekten sevdikten sonra karşıdakinin sevgisini ya da sadakati sorgulama ihtiyacı hissetmiyorsunuz zaten. İnanıyorsanız, seviyorsunuz. Sevmek, inanmaktır kendi nazarınca.

Gizem telaşında, gizem kaygısında olmadım hiçbir zaman. Hayatın kendi gizeminin kâfi olduğuna, hayatı değerli kılmanın değerleri hayat dairesine tüm varlıklarıyla dâhil etmekten öte bir şey olmadığına hep inandım. Evrendeki gizemin çözmeye gücü yetmeyen insanın adeta evreni giyinme çabası, gizemli arayışında olması şairin deyişiyle ‘’sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır.’’ Anahtarın sahibinin gücünü idrak edememekten öte ne olabilir ki?

Gündelik acılarla beslenmedim. Hayatın keşmekeşinde gündelik acıların kollarında bir esaretin düşünü hiç kurmadım. Günün hesabını yapanların işidir gündelik kavramı. Zaten o yüzdendir gündelikçi derler, çalıştığının karşılığını aynı gün alan ancak iş garantisi olmayan iş türlerine. Buna günü kurtarma çalışması da denilebilir. Ömürlük hazinenin yolu açıkken gündelik payelerin peşine düşmek akıl sahiplerinin işi olamaz zaten.

Düşlemeye özel vakit ayırmadım. Öyle düşlemelerin gerçekleri düşlemek anlamına geldiğini hiç unutmadım. Oysaki düşler gerçekleşme umudundadır. Gerçekleri düş gibi evirmenin, asimile etmenin, dezenformasyona uğratmanın özgüven eksikliğinden ve korkaklıktan başkaca anlamı var mıdır? Düşlere bile dürüst yaklaşmayı beceremeyenlerin, gerçeklerle ne tür bir alışverişi olabilir ki?

Düşünmek için de ayrı vakit ayırmadım, okumak için de… Okuma saati ifadesi her zaman bana sevimsiz ve yapmacık gelmiştir. Hayatın kendisinin okumak ve düşünmek kavramlarından müteşekkil bir çember olduğunu ve evreni kuşattığını biliyorum. Yani okumak ya da düşünmek için çemberin (hayatın) dışına mı çıkılmalı? Hayatın her anını okumayan, buna düşünmeyi de katmayan kişinin iddiası ne üzerine olabilir ki… Bu tip kişiler acaba neye karşı ön alıyor, hayata karşı mı? Hayat statik midir ki yap-boz’un parçalarını yerli yerine koymanın çabasına girişiliyor

Bunları yapanlar hayatın kıyısından köşesinden tutunma çabalarından vazgeçebiliyorlar mı? Kayaların bile başkalaştığı bir evrende, insanın ya da hayatın başkalaşmaması düşünülebilir mi? Başkalaşmak bazen ötekileşmeyi de beraberinde getirir. Hayat bir rüya gibi değil ki! Gözlerini açtığında her şeyi yerli yerinde bulmak düşüncesi, gerçekten akla ziyandır. İnsanın tekâmülünü evrimle açıklamak nasıl ahmaklıksa, değişmemesini savunma tutuculuğu da o derecede olmasa da şablonculuktur, klişeciliktir, kalıpçılıktır. Rabbim iyi ile kötüyü ayırt eden kullardan eylesin hepimizi.

Hayatı okumak

Aşağıdaki yazıyı pek çoğu gibi tam okumadan alıntıladım, ama galiba bu kadar söze gerek yok sanki
sadece iyi olmak, iyi olmaya çabalamak, kötülüğün karşısında durmak, barışın tarafında olmak yeterli
Dinde aynı şeyleri söylüyor tamam ama sadece iyi olduğu için iyiliğin tarafında olmak, sadece kötü olduğu için kötülüğün tarafında olmamak ..... bilmiyorum

Belki benim ruhi durumum böyle algılattı sanki kaygı iyilik kaygısı değilde din kaygısı... bilmiyorum,
Yani iyiliği iyilik için yapsak sadece ve kötülükten sadece kötü olduğu için el çeksek, bizi güdüleyen saik ödül ve ceza olmasa ve sadece bu yüzden yaratıcının ödülü sonradan gelse

Bu düşüncelerimi, kaygılarımı paylaştığım dindar kimseler tarafından sapıklıkla, Allahı aradan çıkarmakla itham ediliyorum..... bilmiyorum

Galiba dini de okumak gerekiyor, dini nasıl okuduğumuz önem kazanıyor
Din nedir? amacı nedir?
Dinin amacı insanın hayatını düzeltmek, düzenlemek midir?
Eğer böyle ise amaç insan din araçtır

Aksini düşünürsek, yani din asıl/amaç dersek insanlar dinin doğruluğunu test için yaratılmış canlılardır dersek kendi içinde çelişkili bir cümle ortaya çıkıyor, din testi geçerse kime uygulanacak? yine insana

İki satır bi şeyler yazayım dedim nereye geldim,
Galiba sorguluyorum
Sorguladığım din midir? dini anlayış/ dini algı mıdır?

Kim olursan ol yine gel diyen anlayış, Ben gelmedim davi için benim işim sevi için diyenler, Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil diyenler, algılaması bozuk insanlar mı?

yeryüzünde islamımı tesis edeceğiz BARIŞI mı? Hayat bir üstün gelme mücadelesi haline mi gelecek? İnsanlar arası barışı/huzuru temin etme çabasımı?

Senin dinin ile benim dinim arasındaki farklar nelerdir? inanç ve ritüel boyutları dışında? birlikte medinede/şehirde/ülkede/dünyada nasıl yaşarız? Aramızda ortak olan şeyler nelerdir? başa kakılan iyiliği yok eden Allah yahudi ve hristiyanların iyiliklerini zayi edecek mi? yok edecek mi?

şimdi ben dünyevileştim mi?.... bilmiyorum

Dünyanın en namuslu, en dürüst, en erdemli adamına altı satır yazı yazdırın, onu giyotine gönderecek en az bir açığını yakalarım… ‘Kızıl Kardinal’ Richeleu :)
deminden beri söylemek istediklerimi tek cümlede ifade edebilen bir yazı, :) bunu bile kaç kelimeyle yazdım.

İslamiyeti kurtarmayı bırakın, İslamiyetle kurtulmaya bakın… S. Ahmed Arvasi

Dünyevîleşme tehlikesi hepimizi tehdit ediyordu. Medya organlarıyla estirilen dünyevîleşme fırtınası. Dinî hassasiyetleri erozyona uğratan tuzaklar. Zaaflarımız, zayıf yönlerimiz. En önemlisi imanımızdaki zayıflıktı. Bir yandan ekonomik gelir düzeyindeki artış ve yükselen sosyal statüyü koruma ve kollama kaygısı. Diğer yandan hayatımızdaki yeri ve etkisi cılızlaşan dinî inanç, değer ve semboller, Çevre faktörü, “Başkalarında olan bizde de olsun” anlayışı. İmanımızda, ibadetlerimizde, düşünce ve his dünyamızda, aklımızda, kalbimizde, ahlâkî yapımızda, sosyal yaşantımızda dünyevîleşmenin yansımaları görülüyor.

Adım, adım içine sürüklendiğimiz bu girdaptan kurtulamaz mıyız? Dünyevîleşmenin panzehiri yok mu? Dünyevîleşme tehdidi karşısındaki duruşumuz nasıl olmalı? “En Büyük Tehlike: Dünyevîleşme” bunun farkına ve fevkine vardığımızda bundan kurtulmak için yollar aramaya başladık “Yolların Ayrılış Noktasında İslam” dedik;

Ve yola çıktık “Yol Risalesi”nde hangi yola gireceğimizi hangi menzile varacağımızı ve hangi güzergâhta duracağımızı öğrendik.

Bu yol şaşkınların, mecnunların ve yolunu kaybetmiş olanların tevafuk düştüğü bir yol değildi herkesin çağrıldığı bir yoldu ama bu yolla girenler bu çağrıya bilinçli icabet etmişlerdi. Çünkü bu yol “Sırat-ı Müstakim” ve “Yol Haritamız Kur'an” demiştik, elbette sadece yolla girmek yetmiyordu bu yolun yol levhalarına ve “Yoldaki İşaretler” ine ihtiyacımız vardı, yolculuk esnasında unuttuğumuz en büyük dostumuz yanı başımızdaydı yani biz “vahiyle yürüdük” duruşumuzda direnişimizde ve yücelişimiz vahiysiz olamazdı.

Yolda çok farklı sesler ve sözlerle karşılaşmıştık her söz ve kelime zihin dünyamızı dumura uğratmıştı “Kelimeler ve Kavramlar” la tanıştık zihnimiz çöp kutusuna dönmüş vaziyeteydi acil bir düşünme ve durulmaya ihtiyaç vardı, temel kavramlarla hayata bakmalıydık ve artık “İslam’da Dört Terim” ile bakışımızdaki ve kavramlarımızdaki bulanıklaşmayı kısmen önlemiş olduk. 

Sadece zihnimiz bozulmuyordu duygularımız düşüncelerimiz ve en nihayetinde imanımızda tehlikedeydi. İmanın en büyük düşmanı olan şirkten kaçınmak için “Tevhidin Hayata ve Düşünceye Yansıması"nı okumalıydım. Tüm ilahlara, tağutlara, despotlara “La İlahe” deyip sadece Allah'ın otoritesini tanımak, sadece Allah'a teslim olmak, sadece Allah'a ibadet ve itaat ederek “İllallah” demenin zamanıydı. Zahiri putları yıkmak, şirkten kaçınmak hüner değildi. Önce gönül mabedimizdeki enaniyet, kibir, heva putlarını temizlemek gerekiyordu. Onun için “Yürek Devleti’ni” kuracaktık ibadette huşu için.

Her şeyden evel bütün tutsaklıklarımızdan kurtulmalıydık “İnsanın Dört Zindanı” hür olmanın önündeki en büyük engeldi tek tek zincirleri kırmalı ve nutuklarımızda çocuklarımızın unutamadığı sloganlar bırakmalıydık ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam.

Nefsin esaretinden kurtulup ruhi terbiye kazanmak için "Sosyal Hayatta İslami Terbiye" edinmeliydik.Allah Erinin Ahlak ve Kültürü” bu bakımdan çok önemliydi, Müslüman bir profilin hayat düzleminin tabanında bulunması gereken en önemli şey ahlak idi, bu manada Kuran’da Allah resulüne “Muhakkak ki sen, büyük, bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 68/4) denmesi meselenin ciddiyetini ortaya koymaktadır.

Bizi içine düştüğümüz bidat ve hurafe yığınlarından oluşan sis bulutlarını, "Dini Düşüncenin Yeniden İhyası" aralayacaktı. Yaradana kulluğumuzun gereğini yapacak, günde beş vakit Sevgiliyle buluşup "Namaz Bir Tevhidi Eylem"in uygulayıcısı olacaktık. O zaman namazımız kıyamette beratımız, kurtuluşumuz; kabirde bize nur olacak.

"Beyaz Zambaklar Ülkesinde" yaşamıyorduk aslına bakarsan. Yasaklar ülkesinde, öz memleketinde gariptin, öz vatanında parya. Başörtüsüne direniş semada yankılanıyordu. “Örtünme Çağrısı"na cevap vermeyen sosyete "İmamın Manken Kızı"na ne demeli? Fıtratlarından koparılan gençler saflarını paranın, kadının, futbolun kıblesine çevirdiler.

Vicdanı yok olan "Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar". Okunan onca "Mevlid"lere rağmen kimse tanımıyordu Peygamberini. Televizyonun kumandayla yönettiği bizler, "Ahiret Bilinci"yle eğitmeliydik çocuklarımızı. Kapitalizmin tüketim hırsına yakalanmıştık bir kere. "Davet Yolunda Dökülenler"den olmamak için “Ebu Zer”in zühd ve kanaatini taşımalıydık azığımızda.
Dünyevileşen toplumda kalbimizin Hira mağarasına “Hayatımızı Yeniden İnşa Etmek” için çekilmeliydik bir kez daha ayağa kalkmalıydık bin defa düştüğümüz yerden.

"Davanın Esasları" unutulmuştu sanki. Ebubekir’in doğruluğu, Ömer’in adaleti, Osman’ın hayâsı, Ali’nin şecaati ve yiğitliği yoktu yeni davetçilerde. Gönülleri inşa etmek yerine imha ediyor kırıcı yıkıcı ve dağıtıcı cümleler dökülüyordu dilimizden oysa bizler ”yargılayıcılar değil davetçileriz” uyarısına gönlümüzün gözünü iyi açmalıydık  "İslam Ahlakından Parlak Sahifeler" tozlu raflarda yerini almıştı. “Gökteki yıldızlar” olan Ashabın hayatı ibret alacak gözleri bekliyor hazin bir şekilde.”Hayatus Sahabe”  ile çağın sahabelerini yetiştirecektik, Yabancısı olduğumuz Yüce Kitabımıza yani "Kuran Okumaya Giriş" yapmalıydık. Ama Şairin dediği gibi; Ya açar nazım-ı celilin bakarız yaprağına Yahut okur üfleriz bir ölünün toprağına şeklinde bir ilişki içinde olmamalıydık.


Kur’an’ın ölülere değil dirilere gönderildiğini akıldan çıkarmamalıydık. Lafız, mana ve maksat bütünlüğünü korumalı “Kuran-ı anlamanın anlamı” ile buluşmalıydık. Sünnetsiz Kur’an’ın Peygamberi inkâr olduğunu bilmeli, "Kur’an’i Çizgide Sünnet" perspektifinden bakmalıydık sünneti seniye’ye, sünnet olmadan ümmet olunmayacağını iyi bilmeliydik.
 
İlahi emaneti yüklenmeyi kabul etmişti "Kuran’da İnsan". Şeytanın ilk fitnesiydi yeryüzünde Habil’in katli. Kabil ile Habil’in mücadelesi hak-batıl şeklinde sürecekti kıyamete dek. İman-küfür savaşı sürecekti şüphesiz. "Dine Karşı Din"di ideolojilere karşı İslam’ın tavrı.

Tahtları sallanan firavunlar terörist demeye başladılar Müslümanlara. Zindanlar Medreseyi Yusufiye oldu mücahidlere. “cihad dersleri"  ile hayat iman ve cihad ilkeleri öğretiliyordu "İslami Hareket" susturulamazdı pervasızca. Çünkü "Cihad Adab Ve Ahkâmı”yla korunacaktı mukaddesatımız. "İman Üzerine" sadık olan fedakârlar üstlenecekti bu davayı.

Muhacir gibi hicreti iliklerimize işlercesine yaşamalıydık. Hicret ki, eşyadan manaya, arazdan cevhere dönüştür. "Her Hicret Bir İnkılâptır" misali gibi bir hicret değildi bizimkisi.”O diyarın sakinleri” yani Ensar dan dan olanlar her şeylerini Muhacir kardeşleriyle paylaşarak övgüye mazhar olmuştular.

Dünya saatlerinin bunalıma ayarlandığı vakitte ahir zaman yaklaşmaktaydı. Sicili bozuk kentlerde ayaklar altına alınan benliklerimiz kurtarılmayı bekliyordu birileri tarafından. Tam gençliklerinden vurulmuş ömürler “Huzur Sokağı”nı arıyorlardı. İşte bu sırada İslami direniş erleri “Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim” nidalarıyla gençlerin imdadına koşacaktılar. İnsanlık ufka dikmiş gözlerini “beklenen öncü nesil’i” gözlüyordu. Bunun için yüreği yananlar “Yeni nesil Yeni toplum” demeye başlamıştı.

Ama yeni bir neslin ortaya çıkması kolay değildi”Hayat kitabı kuran” bize yeni bir hayatın reçetesini sunuyordu  “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a iman edersiniz” (Al-i İmran 110) Kur’an imha olmuş mevcut hayatın“hayatı yeniden inşa etmek”ile giderileceğini öngörüyordu. İman edenler hayatın yeniden inşası için kendi hayatlarını değiştirmeliydi kendini değiştiremeyenlerin başkalarını değiştirmeye kalkması düşünülemezdi.

Müminler bal arısı misali bir hayat peteği oluşturmalıydılar ve insanlığın tüm hastalıklarına çareyi bu petekteki hayat iksirinden sağlamalıydılar. Ama böyle önemli bir süreç tek başına oluşamazdı bunun için “Ne yapmalı, Nasıl yapmalı, Kiminle yapmalı” sorularına doğru cevaplar bulmalıydık. Bütün bu aşamalar ve basamaklar bizi bir yere taşıyordu bir yere çıkarıyordu zirvelere hem içerden hem Dışardan yükseliyorduk.bütün kitaplar birer işaret levhasıydı üzerinde “Hakikate Giden Yol”yazılı olan.bütün kitaplar bir kitaba işaret ediyordu , ‘‘Kendisinde şüphe olmayan, muttakilere hidayet rehberi olan” iki dünyamızı saadete dönüştüren “Hayat Kitabı Kuran”a talip olmak onu anlamak onunla yürümek ,onunla yaşamak ve onunla ölmek dileğiyle…